Geçtiğimiz günlerde kaleme aldığım “Neden Kürtlükten Korkuldu” başlıklı yazı, birçok okuyucudan yoğun ilgi gördü. Yazımı okuyanlar, düşüncelerimin devamını merak etmiş ve bu konuda bir sonuç ile öneri paylaşmamı istemişlerdi.
Benim gözümde Kürt meselesinin temel çözümü açık ve nettir: Dört parçaya bölünmüş, dili, kimliği, tarihi ve coğrafyası üzerinden baskı görmüş bir halkın, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması. Bu, soyut bir milliyetçi heves değil; yüzyılların, cenazelerin, yakılmış köylerin, yasın ve direnişin bir sonucudur. Tarihten bugüne pek çok olay tek bir gerçeğe işaret ediyor: Parçalanmışlık ve tanınmama hali, Kürt halkı için kalıcı barışın değil, sürekli çatışmanın ve adaletsizliğin kaynağı olmuştur.
TARİH GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE: ÖRNEKLER SUSMAZ
Tarih sadece geçmişin hikâyesi değildir; her hak ihlali bugünkü taleplerimizin meşruiyetinin kanıtıdır.
Dersim’de yaşanan katliamlar, Zilan Vadisi’nde dökülen kanlar, Ağrı direnişleri ve faili meçhuller, Kuzey Irak’ta Enfal’ın insanlık dışı uygulamaları, Halepçe’de binlerce insanın kimyasal saldırıya maruz bırakılması… Bunlar tesadüf değil, bir örüntüdür.
1937–1938 yıllarında Dersim’de yaşanan baskıların yarattığı travma, Kürt toplumunun hafızasında silinmez bir yara bıraktı. Zilan Vadisi’nde 1930’da binlerce sivilin öldüğü operasyonlar, yok sayılmanın ve bastırılmanın erken dönem örneklerindendir. Bu zincir, sonraki yıllarda da kopmadı; baskı biçimleri sadece şekil değiştirdi.
Modern dönemde de manzara değişmedi. 1988’de Irak rejiminin yürüttüğü Enfal harekâtı köylerin sistematik olarak yok edilmesi, zorunlu göçler ve binlerce kayıpla tarihe geçti. Şengal ve Kobani örnekleri ise sivillerin, etnik ve dini grupların nasıl hedef alındığını gösterdi. 2014’te IŞİD saldırılarında yaşanan trajediler, yalnızca Kürtlere değil, bölgedeki tüm halklara yönelik güvenlik boşluğunu açığa çıkardı. Göçler, kayıplar ve travmalar, merkezi güvence eksikliğinin ne ağır bedeller doğurduğunu bir kez daha kanıtladı.
Yüzyıllardır inkâr, sürgün, katliam ve yoksullukla sınanan bu halk, buna rağmen ayakta kalmayı başardı.
Kimi zaman zindanlarda, kimi zaman dağlarda, kimi zaman meydanlarda.
Dersim’in sessiz dağlarından Halepçe’nin zehirli rüzgârına kadar uzanan bir tarihin tanığı oldu Kürt halkı.
Bu tanıklık, yalnızca acının değil, direnişin de tarihidir.
Çünkü Kürt, yaşamı savunmanın adıdır.
GÜNÜMÜZ GERÇEĞİ: DOSTLUK SÖYLEMİNİN GERÇEK YÜZÜ
Bugün yaşanan süreçler — sözde “barış” dönemleri de dahil — bize acı bir gerçeği tekrar hatırlattı: Türk siyasetinin hâkim anlayışı, hiçbir zaman Kürt halkının eşit ve özgür yaşama talebini içtenlikle kabullenmedi.
Barış süreci, bu samimiyetsizliğin aynası oldu.
Turan Çömez, Musavat Dervişoğlu ve benzeri birçok siyasetçinin açıklamaları, bu gerçeğin güncel örnekleridir. “Kardeşlik” söylemi çoğu zaman bir perde işlevi gördü; gerçekte Kürtlerin hak arayışı her defasında bastırıldı, itibarsızlaştırıldı ya da pazarlık konusu haline getirildi.
Bu durum, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunmasının duygusal bir refleks değil, tarihsel ve siyasal bir zorunluluk olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
NEDEN “BİR DEVLET” SORUSUNUN CEVABI: GÜVENLİK, KİMLİK, EĞİTİM VE EKONOMİ
Kürt halkının çözüm arayışı, sadece siyasi bir talep değildir.
Dilini özgürce öğretmek, kültürünü yaşatmak, tarihini adil biçimde kaydetmek, kendi güvenliğini sağlamak ve ekonomik kaynaklarını hakkınca yönetmek isteğidir.
Bugün mevcut sınırlar içinde azınlık hakları talep edildiğinde, bu talepler çoğu zaman reddedildi, bastırıldı ya da sembolik hale getirildi.
Oysa kendi devletini kuran bir halk — elbette uluslararası hukuk ve demokratik normlar çerçevesinde — kendi kurumlarını, eğitim sistemini ve güvenlik düzenini oluşturabilir. Bu da uzun vadede sadece Kürtler için değil, tüm bölge için kalıcı istikrarın temeli olabilir.
Kürtlerin dört ayrı devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında bölünmüş olması, aynı halkın farklı baskı biçimleriyle karşılaşmasına yol açıyor. Bu parçalanmışlık, ortak bir siyasi çözüm üretmeyi zorlaştırıyor. Birlikte hareket edebilme, ekonomik planlama ve güvenlik garantileri için bir devlet yapısı artık rasyonel bir gerekliliktir.
ELEŞTİRİLER VE PRATİK KAYGILAR — GERÇEKÇİ YANITLAR
Evet, bu zor bir süreçtir. Sınırlar, uluslararası dengeler, ekonomik sürdürülebilirlik, azınlık hakları, mülkiyet sorunları gibi konular ciddi müzakereler ister.
Ama bu, “imkânsız” anlamına gelmez.
Uluslararası hukuk, garantör devletler ve paylaşım mekanizmaları üzerinden bu süreç yönetilebilir.
Tarihte bunun örnekleri vardır: Yeni devletlerin müzakerelerle kurulması, sınırların barışçıl biçimde çizilmesi ve azınlık haklarının güvence altına alınması.
Bir devlet talep etmek, etnik üstünlük ya da saldırganlık anlamına gelmez.
Tam tersine, bu talep, karşılıklı saygı, barış ve eşitlik temelinde bir çerçeve arayışıdır.
Evrensel insan haklarına, demokratik değerlere ve hukuk devletine bağlı bir anlayışla bu hedef mümkündür.
SOMUT ÖNERİLER — ADIM ADIM
ULUSLARARASI DİPLOMASİ: Kürt temsilcileri, ulusal taleplerini somut hak temelli dosyalarla uluslararası alana taşımalı; insan hakları ihlalleri, göç ve ekonomik adaletsizlik belgelenmeli.
BÖLGESEL BARIŞ ÇERÇEVESİ: Komşu devletlerle müzakereler başlatılmalı; sınır güvenliği, ekonomik entegrasyon ve azınlık haklarına ilişkin protokoller hazırlanmalı.
EKONOMİK PLANLAMA: Kaynakların adil paylaşımı, altyapı yatırımları ve sürdürülebilir kalkınma stratejileri oluşturulmalı.
KÜLTÜREL VE EĞİTİM HAKLARI: Kürtçe ve lehçeleri resmi eğitim programlarına entegre edilmeli; müfredat tarihsel adalet ve kültürel denge gözetilerek düzenlenmeli.
EVRENSEL DEĞERLER: İnsan hakları, kadın hakları, azınlıkların korunması ve demokrasi standartları, kurulacak devletin temel ilkeleri olmalı.
DUYGU VE AKIL BİRLİKTE KONUŞMALI
Benim savım hem duygusal hem akılcıdır:
Acıları, kayıpları, yasları unutmadan; ama geleceği inşa etme iradesini yitirmeden.
Kürt halkının maruz kaldığı sayısız trajedi, artık sadece anma törenlerinde dile getirilecek bir nakarat olmamalı; bu olaylar, somut siyasi ve hukuki taleplerin temeli olmalıdır.
Tarih bize şunu söylüyor:
Adaletsizlikler üst üste biriktiğinde, halklar ya intikam sarmalına sürüklenir ya da kendi kurumlarını inşa ederek kalıcı barışı sağlar.
Ben, ikinci yolu savunuyorum.
DİYARBAKIR’DA BARIŞA ENGEL
Ve bugün, Diyarbakır’da barış mitingine getirilen engellemeler, bu zihniyetin hâlâ değişmediğini bir kez daha gösterdi.
Kürt halkı, barışı istemekle suçlanıyor; sesini yükseltmekle hedef alınıyor.
Oysa barış istemek suç değildir, insanca yaşamanın en temel hakkıdır.
Bu yasaklar, Kürtlerin taleplerini bastırmak yerine, onları daha görünür kılıyor.
Tarih yine kaydediyor: Barıştan korkanlar, geleceğe yön veremezler.
SONUÇ — NİYETİM YALINDIR
Ben yazarken, niyetim basit:
Kürt halkının onurlu, güvenli, kendi dilini ve kültürünü özgürce yaşadığı bir gelecek.
Bu yalnızca Kürtlerin değil, komşu halkların ve tüm bölgenin de çıkarınadır.
Evet, süreç sancılı olacaktır.
Ama tarih boyunca büyük adımlar hep sancıyla atıldı.
Bizim atmamız gereken adım; haklarımızı ve acılarımızı görünür kılmak, uluslararası alanda meşru bir taleple yer almak ve barışçıl, hukuk temelli bir yapı için müzakere masasına oturmaktır.
Çünkü tarih yalnızca acıları değil, direnişin onurunu da kaydeder.
Ve Kürt halkı artık yalnızca hatırlamak değil, geleceğini kurmak istiyor.