KRİTİK EŞİK AŞILACAK MI?
Türkiye 40 yılı aşkın bir süredir devam eden çatışma ortamının sonlandırılması amacıyla 13 aydır önemli gelişmelerin yaşandığı bir ülke. Zaman zaman iktidarın gerekli adımları atmaktan imtina etmesinden dolayı sürecin ağır işlediğine dair eleştiriler yapılsa da, son günlerde peş peşe atılan adımlar ve yapılan açıklamalar sürecin yeni bir evreye geçtiğini gösteriyor. Sanıyorum bu evre, TBMM çatısı altında kurulmuş olan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nun dinlemelerle vakit geçirdiği aşamanın daha da ilerisinde adımların atılması evresidir. Elbette süreçte eleştirilecek yanlışlar da yapılmıyor değil. Ancak sürecin ivme kazanmaya evirildiği bugünler, tarafların birbirlerinin yanlışlarına takılıp sürecin önünü tıkayacak tavırlar sergileyecekleri günler değil. Dolayısıyla bugün yapılması gereken, geçmişin hata ve yanlışlarından dersler çıkarılması ve yurttaşların tamamının eşit yurttaşlar olarak yaşadıkları ülkeyi yeniden inşa etmek olmalıdır. Zira Türkiye tarihi bir eşiktedir. Kuşku yok ki, iktidarı ve muhalefetiyle bu ülke siyasetçileri ile devlet aklını temsil edenlerin önlerinde duran sınav kağıdında bulunan kritik eşik aşılacak mı sorusuna verecekleri cevap, barışın tesisi ve geleceğin kurtarılması açısından oldukça önemlidir.
Son günlerde yaşananlar ve atılan adımlar, bu konuda mesafe alınabileceği hususunda önemli ipuçları veriyor. Umarım bu sefer, sürecin aktörleri süreci bireysel ve siyasi yarar sağlama isteklerine kurban etmeden, bu ülke insanının nefes almasını sağlayacak adımları cesaretle atarlar. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus, sürecin devamını sağlayacak olanın karşılıklı güven olduğudur. Doğrusu ben, bu 13 aylık süreçte işlerin ağır aksak yürümesinin, daha önce tesis edilmemiş güven eksikliğinin yol açtığı kırılmanın taraflara yaşattığı travma olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, zaman zaman yazılarımda bu kuşkuların aşılması için tarafların zamana ihtiyacı olduğunu belirtir ve sabırlı olmak gerektiğini vurgularım.
Elbette süreci, bölgedeki gelişmeler ile dünya konjonktüründe bağımsız okumak bizi doğruya götürmez. Dolayısıyla gerek sürecin başlatılış biçimi gerekse devamında yapılanlar, sürecin iktidardan ziyade devlet aklının tercihi olduğunu gösteriyor. Zira sürecin, Kürt siyasi hareketine karşı sert tavırlarıyla bilinen ve partilerinin ebedi kapatılması için sürekli üst perdeden açıklamalar yapmış olan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından başlatılmış olmasının başka türlü açıklaması olamaz. Bence Türkiye halklarının ihtiyacı olan barış sürecinin nasıl, kim tarafından başlatıldığını tartışmakla zaman geçirmekten ziyade, sürecin sonuca ulaşmasına odaklanmak ve iktidarın uygulamalarının Türkiye siyasetinde yol açtığı keskin karşıtlığın veya statüko savunuculuğunun, süreci zehirlememesi için pratik adımlar atılmasını sağlamak esas olmalıdır. Süreç uzayıp tartışmalar devam ettikçe, sürece karşı olan iç ve dış aktörler harekete geçecek ve gerçek bir barışa ulaşılmasının önünü tıkamaya çalışacaklardır.
Kuşku yok ki, silah kullanan hareketin yani PKK’nin lideri Abdullah Öcalan’ın silahlı mücadelenin miadının dolduğu, dolayısıyla silahı devreden çıkarmak üzere kongresini toplaması ve kendisini feshederek silah bırakması yönünde yaptığı çağrıya uygun adımlar atıyor olması önemli. Nitekim Öcalan’ın bu yöndeki çağrısından sonra örgüt kongresini topladı ve kendisini feshetme kararı aldı. Bundan sonra ise sembolik de olsa silah yakma töreni düzenleyen örgüt, liderinin çağrısına uyacağını göstermiş oldu. Bununla da yetinmeyen örgüt, süreci kendisi için siyasi kazanım sağlamak amacıyla kullanma niyeti taşıyan ve adım atma konusunda ayak süreğen iktidarın AKP kanadının bu tavrına karşı, 26 Ekim tarihinde silahlı unsurlarını Türkiye içinden çektiği ve artık Türkiye’ye yönelik silah kullanmayacağı yönünde yaptığı açıklama ile kısmen donmuş olan sürece yeniden ivme kazandırdı. Bu açıklama, sadece AKP’nin oylama taktiğini değil, baştan beri süreci baltalamaya çalışan ve sürecin uzamasını fırsat bilerek engellemek için el yükselten ulusalcı-milliyetçi siyasetçilerin engelleme yönündeki çabalarını da boşa düşürdü. Özellikle İYİ Parti ile Zafer Partisi gibi milliyetçi kanadın temsilcisi olma iddiasındaki partilerin izledikleri politika çerçevesinde yaptıkları konuşmalar, süreci zehirler nitelikte. Nitekim İYİ Parti Grup Başkanvekili Turan Çömez’in, TBMM çatısı altında DEM Parti İmralı Heyeti Üyesi TBMM Başkanvekili Pervin Buldan’a yönelik “ulak” yakıştırması ile parti genel başkanı Müsavat Dervişoğlu’nun grup konuşmasındaki sert, hakaret içeren üslubu gerginliği tırmandırdı.
Tüm bunların yaşandığı süreçte, PKK’nin güçlerini Türkiye’den çektiği yönünde yaptığı açıklama, donma noktasına gelmiş olan sürece ivme kazandırdı. Nitekim bu hareketlilikle Cumhurbaşkanı Erdoğan 30 Ekim 2025 tarihinde, DEM Parti İmralı Heyeti'ni sarayda kabul etti. Erdoğan 1 Kasım 2025 Cumartesi günü yaptığı konuşmada, "Kendileriyle son derece yapıcı, verimli ve geleceğe dair umut verici bir görüşme gerçekleştirdik. İnşallah bu görüşmenin yansımalarını önümüzdeki günlerde göreceğiz" diyerek barış sürecinin önemine dikkat çekti.
Öte yandan, baştan beri süreci desteklediğini ve barış için üzerine düşeni yapacağını açıklamış olan, HDP'nin önceki eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş, 31 Ekim 2025 tarihinde T24’te yayınlanan, “Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” başlıklı yazısında önemli ve yol gösterici değerlendirmelerde bulundu. Demirtaş’ın “Sürecin kilit kavramı “silah” değil “kardeşlik”tir. Silah, kardeşlik hukukunu örselediği, kanattığı için tabii ki öncelikle silah aradan çıkmalıydı.” yönündeki değerlendirmesi, barışın kilidini açan argümandır.
Evet, Demirtaş’ın da belirttiği gibi, başından beri halk sürecin dışında tutuldu ve Abdullah Öcalan’la süren görüşmelerle yetinilmeye çalışıldı. Halbuki 40 yılı aşan çatışmaların yarattığı toplumsal tahribatı aşacak ve toplumu barışın öznesi haline getirecek çalışmalar yapılmalıydı. Nitekim Sayın Demirtaş yazısında buna dikkat çekerek, önemli önerilerde bulunuyor ve kardeşlik hukukunu ve duygusunu onaracak tek bir adımın atılmamasını eleştiriyordu.
Elbette Demirtaş haklıydı. Zira sorun özellikle Suriye ile ilişkilendirildi ve Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) kendini feshederek, cihatçı Heyeti Tahriri Şam’ın (HTŞ) insafına terk etmesine bağlandı. Halbuki SDG Suriye’nin kuzey doğusunda Kürt nüfusun yoğun yaşadığı Rojava’nın güvenliği için silahlanmış ve barbar IŞİD çetesine karşı önemli mücadeleler vermiş bir yapıdır. Şimdi Suriye’de ABD ve diğer batı ülkelerinin desteği ile yönetime getirilmiş geçici bir yönetim var. Bu yönetimle yol yürünüp yürünmeyeceği meçhul. Çünkü yönetim, Suriye halklarının kendi iradeleriyle getirdikleri bir yönetim değil, dışarıdan dikte ettirilmiş bir yönetimdir. Kaldı ki, HTŞ ile geçici Cumhurbaşkanı ilan edilen onun lideri Ahmet Eşşara’nın (Collani) geçmişten taşıdıkları bagaj, kendilerine güvenilmesinin önünde engeldir. Öte yandan HTŞ’nin yönetime geldiği ilk aylarda, Suriye Alevi toplumu Nusayriler ile Durzilerin maruz kaldıkları baskı ve katliamlar, başta Kürtler olmak üzere Rojava’da yaşayan halkları doğal olarak endişelendiren gelişmelerdi. Bu nedenle Rojava ile Suriye Merkezi yönetimi arasında ortaya çıkan güven zaafı giderilmeden, PYD’ye "Silahını bırak" demek, Suriye’de eskinin benzerine davetiye çıkarmaktır.
Kuşku yok ki, bugüne kadar devlet tarafından gerekli adımların atılmamış olmasının gerçek nedeni, 1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’nin açıldığı günden bugüne 13 aydır devam eden sürece iktidarın ısrarla “Terörsüz Türkiye” adını koyarak işi güvenlik boyutu ile ele almasıdır. Maalesef dar kalıplara hapsedilmiş bu politika nedeniyle, gerekli hukuki ve demokratik düzenlemeler yapılmadı. Bir başka deyişle iktidar, süreci tek taraflı adımların atılmasına bağlayarak kendisi sorumluluk almadı. Bu nedenle TBMM bünyesinde kurulmuş olan komisyonun işlevi dinlemekle sınırlandırıldı.
Elbette 1 Ekim 2024’ten bugüne, Öcalan’ın, 27 Şubat 2025 tarihinde PKK’ye çağrı yapması, PKK’nin kendisini fesih kongresini toplaması, TBMM’de komisyon kurulması, sembolik de olsa silah yakma töreni yapılması, PKK’nin Türkiye’den tümüyle çekilmesi ve devlet kanadının adım atmamasına gerekçe yapılan SDG’nin Şam ile entegrasyon anlaşmasına varması gibi atılan pek çok adım, küçümsenecek ve yok sayılacak adımlar değildir. Hepsi de tarihi öneme sahip önemli adımlar olup, Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini yakından ilgilendiren ciddi ve olumlu gelişmelerdir. Ancak sorunun güvenlik boyutundan çıkarılmasına ve toplumun sahiplenmesi için çalışmalar yapılmasına ihtiyaç var. Yani barış ve demokrasi gibi toplum hayatını yakından ilgilendiren konuların sadece “güvenlik” boyutu ile ele alınması gerçekçi değildir. Türkiye’nin kritik eşiği aşması, sorunu çözecek iradenin ortaya konması ile mümkündür. Kısacası, "Kritik eşik aşılacak mı?" sorusuna cesaretle "Evet" cevabı verilmesi önemlidir!