Veli Beysülen

Tarih: 18.12.2025 02:32

İşçi Sınıfı 1960'ların İşçi Sınıfı Mı ? (4)

Facebook Twitter Linked-in

Bu yazı serisinin bir önceki bölümünün son paragrafında, DİSK Genel Merkezinin Ankara’ya taşınması tartışmasının yeni olmadığını, 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde toplanan Konfederasyon 7. Olağan Genel Kurulu'nun konuyu tartıştığını ve taşınmayı karar altına alarak gerekli tüzük değişikliğini yaptığını belirtmiştim.
 
Evet, kararın alındığı 7. Olağan Genel Kurul'dan 2,5 ay sonra yapılan 12 Eylül faşist darbesinin ilk hedeflerinden biri olan DİSK ve bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu ve mal varlıklarına el kondu. Genel-İş Sendikası tarafından DİSK Genel Merkez binası olarak Ankara Çankaya’da hazırlanmış bina ise Anayasa Mahkemesi'ne tahsis edildi ve mahkeme tarafından uzun yıllar kullanıldı. DİSK ve bağlı sendikalar 1992 yılında faaliyete başlayıp, mal varlıklarından kalanları geri aldılarsa da bu bina geri iade edilmedi.
 
Farklı zamanlarda yazdığım birçok yazıda, yazdığım gibi, 24 Ocak 1980 tarihinde zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile Müsteşarı Turgut Özal tarafından açıklanan ekonomik programın kapitalizmin dünya genelinde uygulamaya koyduğu neoliberal (yeni liberal) ekonomik programı Türkiye’de uygulamaya koymanın programıydı. Ancak Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu siyasi ve sosyal konjonktür ile DİSK’in başını çektiği sendikal mücadele, sistem tarafından programın uygulanmasının önünde engel olarak görülüyordu. Bu nedenle, öncelikle programa karşı direnecek sendikal ve siyasal merkezlerin susturulması gerekiyordu. Ancak 1961 Anayasası'nın sağladığı kısmı demokratik ortamda bu mümkün değildi. Dolayısıyla sistem çareyi tüm bu yapıları ortadan kaldıracak otoriter bir yönetime geçmekte buldu ve 12 Eylül darbesi için gerekli zemini oluşturdu.
 
Kuşkusuz 12 Eylül darbesi, yapanların açıkladıkları gibi, basit bir terör ve şiddeti sonlandırma hareketi değildi. Zira darbe öncesi ülkede sıkıyönetim vardı ve ordu yetkiliydi. Ancak terör ve şiddet durdurulamıyor veya durdurulmak istenmiyordu. Evet durdurulmak istenmiyor hatta kışkırtılıyordu. Zira uygulanmaya çalışılan yen liberal ekonomik program, basit bir ekonomik program olmanın çok ötesinde, Cumhuriyetin kuruluşundan o güne uygulanmakta olan karma ekonomik modelin, kamu tarafını yani devleti, üretim ve hizmet alanlarından çekmeyi hedefleyen köklü bir dönüşüm programıydı.
 
Yukarıda belirttiğim gibi, programın 1961 Anayasası'nın tanıdığı hakları kullanan siyasal ve sendikal hareketlerin direnciyle karşılaşması kaçınılmazdı. Bu nedenle bu yapıların baskı altına alınmaları hatta yok edilmeleri gerekiyordu. Bunun için öncelikle anayasa ortadan kaldırılmalıydı. Zira tam anlamıyla demokratik olmasa da kendisinden önceki anayasalardan daha ileride olan 1961 Anayasası'nın evrensel insan haklarının kullanımına cevaz veren özelliği sermayeyi rahatsız ediyordu. Nitekim darbe öncesinin Başbakanı Süleyman Demirel, birçok defa “Anayasa topluma geniş geldi” diyerek bu rahatsızlığın sözcülüğünü yapmıştı. Her ne kadar darbeler, genellikle ülke yönetimine karşı yapılıyor olsa da alışılagelmişten farklı olarak 12 Eylül darbesi hükümete karşı yapılmamış, anayasa ve onun sağladığı temel haklara karşı yapılmış bir darbedir. Bir başka deyişle darbe, Türkiye demokratik gelişmesine yapılmış bir darbeydi.
 
Evet, her ne kadar parlamento kapatılıp hükümet görevden uzaklaştırılmış olsa da 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ın darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirilmesi, darbenin programın uygulanmasının yol temizliği için yapıldığının kanıtıydı. Çünkü bu program, uluslararası sermaye programıydı ve mutlak suretle uygulanmalıydı. Zira önemli bir Pazar olan Türkiye’de uygulanmakta olan karma ekonomik model nedeniyle kamunun birçok ekonomik faaliyetlerde olması, mal ve hizmet üreterek bunları uygun fiyatlarla topluma sunması, özellikle zengin yeraltı kaynaklarına sahip Türkiye’de madencilik sektörünün devletin kontrolünde olması, uluslararası sermayenin ülke kaynaklarını sömürecek yatırımlar yapmasının önünde engeldi.
 
Öte yandan Türkiye toplumunun aydınlanmasının sağladığı demokratik uyanış ve gelişen örgütlenme özgürlüğünü kullanma bilinci, istenen ekonomik dönüşümün önünde engeldi. Bu nedenle darbenin bir görevi de toplumu geriye götürecek tedbirler almaktı. Maalesef bu tedbirlerin başında eğitim sisteminin Türk-İslam sentezine oturtulması ve toplumsal uyanışı durdurması geliyordu. Böylece ekonomik dönüşüme itiraz edecek olan toplumsal yapı ortadan kaldırılmış olacaktı.   
 
Maalesef uluslararası sermayenin finans kuruluşu IMF’de yazılan yeni ekonomik programın uygulanması için yapılan darbe, insan hakları ihlalleri, ağır işkenceler, onlarca yıllara varan cezalar ve hatta idamlarla ülke insanına büyük bedeller ödetti. Ancak darbenin bu ülke toplumuna ödettiği en büyük bedel, karma ekonomik modeli sonlandırarak uluslararası sermayenin ekonomik programı olan yeni liberal ekonomik modelin uygulanmasının zeminini hazırlamaktı. Üstelik bu programın orta ve uzun vadede herhangi bir dirençle karşılaşmaması için sadece ekonomik dönüşümle yetinilmedi, toplumsal geriye gidişe yol açan tedbirler alındı ve geleceğin toplumunun zeminini yapıldı.
 
1923 yılından 1980 yılına kadar, İzmir İktisat Kongresi'nin “El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.” şeklindeki kararına uygun bir şekilde gerek kamuda gerekse özelde işletmeler entegre büyük işletme şeklindeydi. Kamu kurumlarının yurdun farklı bölgelerinde bölge müdürlükleri, illerde ise il müdürlükleri mevcuttu. Özellikle, tekstil üretimi yapan ve endüstriyel tarım ürünlerini işleyen üretim tesisleri, bu ürünlerin hammaddesi endüstriyel tarım ürünlerinin yetiştiği bölgeler esas alınarak kurulmuştu. Sümerbank, Şeker Fabrikaları, bitkisel yağ tesisleri, tütün işleme tesisleri ile sigara fabrikaları, süt ve et ürünlerini işleme tesislerinin tamamı bu şekilde ülke sathına yayılmıştı. Zira bu tesisler, bir yandan köylüyü, kendisinin işleyeceği hammaddeyi üretmek üzere sübvanse edip teşvik ederken diğer yandan ise bu ürünü toplayıp depoluyor ve işliyorlardı. Özel sektör sanayi tesisleri ise nakliye kolaylığını sağlayacak şekilde, sanayi havzalarında toplanmıştı. İşletmeler, üretim için gerekli tüm işleri tek bir tesis içinde yapacak şekilde komplike idi. Sözgelimi bir makinenin ambalajına kadar, onu piyasaya sürmeye hazır hale getirecek gerekli tüm parça hazırlama ve montaj işlemleri, tek bir tesis içinde yapılmaktaydı. Böylece komple tesiste çalışan personelin tamamı, işyerinin ana üretiminin dahil olduğu işkolunda çalışıyor gösterilirdi. Dolayısıyla, örgütlenme ve toplu pazarlıkta, bütün halindeki tesisin mavi yakalı (işçi) çalışanlarının tamamı, işyerinin faaliyet yürüttüğü işkolu sendikasına üye olabiliyordu. Kısacası üretimin, ana gövdesi ile yan hizmetlerin farklı işverenliklere bölünmesi ve aynı tesis içinde, farklı birçok işverenliğe bağlı işçilerin çalışması söz konusu değildi. 
 
Yeni ekonomik modelde sermayenin rekabetten kaçındığı kamu işletmelerine yatırım yapılmadı ve teknolojik olarak yenilenmeleri sağlanmadı. Kamu kurumunun, kendi tesisleri, makine parkı ve istihdam ettiği personeli iş beklerken, o güne kadar yaptığı ve bundan sonrada yapacağı şüphe götürmeyen işler ihale yöntemi ile özel sektöre yaptırıldı. Endüstriyel tarım ürünlerinin üretimini teşvik eden, işleyen kurumların, ülkeye yayılmış ellerindeki tesisleri âtıl duruma getirildi ve özelleştirmelerle elden çıkarıldı. Yol, tünel, baraj, köprü, havaalanı yapan kamu kurumlarının yaptığı işler ihale yöntemiyle şirketler ile onların kurdukları ortaklıklara devredildi. Elektrik üretimi, iletim ve dağıtımı özelleştirildi. Tüm bu kurumlarda teknik donanıma sahip, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi çalışan beyaz yakalı (memur) çalışanlar, bu işlerin verildiği özel şirketlerde, eski 1475 sayılı şimdi ise 4657 sayılı iş kanununa tabi mavi yakalı (işçi) statüsünde çalışmak zorun bırakıldılar.
 
Maalesef karma ekonomik modelin tasfiyesi ile kamu kurumlarının sübvansiyon destekleri ile ürün toplayıp depolama kolaylıklarından mahrum kalan endüstriyel tarım ve hayvancılık bitti. On binlerce hektar tarım arazisi zamanla tarım arazisi vasfını kaybetti.
 
Peki, tarım ve hayvancılıkla uğraşarak kendi topraklarında yaşayan ve artık tarımla uğraşamayan köy nüfusu ne oldu dersiniz? Tabii ki kentlere göçtü ve kentlerin kenar mahallelerinde, vasıfsız ucuz işgücü olarak konumlandı. Kuşku yok ki, bu yedek iş gücü sermaye tarafından sanayide örgütlenen ve hakkını arayan işçileri tehdit aracı olarak kullanıldı. Bu nedenle, Türkiye’de kronik bir sorun olarak addedilen işsizlik, politik bir tercih olarak bu ülkede varlığını hep sürdürdü. Zira işsizler ordusu işçi ücretlerini aşağı çekmenin aracına dönüştürüldü. Sadece ücretleri aşağı çekmedi, çalışma koşulları gün geçtikçe ağırlaştı. İşçiler, devamlılığını sağlayacak mekanizmalardan yoksun, sosyal güvenlik hakkından mahrum bırakıldı. Maalesef bugün ülkede çalışma koşulları 60-70 yıl öncesinin gerisindedir.
 
DİSK’in Ankara’ya taşınması süreci ile Türkiye'nin geçirdiği toplumsal ve sosyal dönüşümün işçi sınıfının yapısında yarattığı dönüşümü değerlendirmeye devam edeceğim. Sonraki bölümde buluşuncaya kadar hoşça kalın.
                                             


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —