Veli Beysülen

Tarih: 17.09.2025 23:34

Hedef Alternatifsiz Sandık!

Facebook Twitter Linked-in

Geçen hafta bu köşede yayınlanan, “YAŞANANALARIN ADINI DOĞRU KOYMAK ÖNEMLİ!” başlıklı yazımda, Cumhuriyet Halk Partisine (CHP) yönelik kumpas ve baskıları değerlendirirken, partinin iktidardan uzak tutulmak istendiğini belirtmiştim. Yine aynı yazıda bunun nedeninin ideolojik olmadığını, zira CHP’nin sistem içi bir parti olduğunun altını çizmiş ve devletin çekirdeğinin bu tercihinin dünya konjonktürünün yanı sıra ülkede uygulanan ekonomik modelle bağı olduğunu vurgulamıştım. Elbette bu sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Nitekim emperyalizm, 1970’li yıllarda dünyanın pek çok ülkesinde, yaptırdığı darbeler ve gerçekleştirdiği fiili işgallerle toplumları baskı altına almış ve aleyhine esen rüzgârı tersine çevirmişti. Maalesef Türkiye gerek coğrafi konumu gerekse jeopolitik öneminden dolayı, emperyalizmin bu baskı ve sindirme politikalarından nasibini en çok alan ülkedir.

Evet, Türkiye emperyalizmin bu politikası ile bir değil birçok defa darbelerle demokrasisi kesintiye uğramış ülkedir. Kuşku yok ki bu darbelerin en önemlileri, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleridir. 15 Eylül 2025 tarihinde başka mecrada yayınlanan, "BU GÜNKÜ YÖNETİMİN TEMELLERİ 12 EYLÜL'DE ATILDI!" başlıklı yazımda, 12 Eylül darbesinin uygulanmasına zemin hazırladığı ekonomik ve sosyal dönüşüm ile bu dönüşümün devamını sağlamaya yönelik düzenlemelere dair önemli ipuçlarını vermiştim. Yani biri geçen hafta bu köşede yayınlanan diğeri başka mecrada yayınlanan iki yazı ile devletin bir kanadı ile AKP-MHP iktidar blokunun bundan sonrası için attıkları ve atmaları muhtemel adımları yazdığım bu yazı birbirinin tamamlayıcısı yazılardır. Bu nedenle, 3 yazının bir arada okunması daha aydınlatıcı olur düşüncesindeyim. Dolayısyla 12 Eylül'ün amacına dair önemli ipuçları içeren, başka mecrada yayınlanmış yazımın linkini buraya bırakıyorum.

https://www.zirvedehaber.com/2025/09/15/veli-beysulen-12-eylul-fasizmi-sadece-tanklarla-gelmedi-emegi-ve-gelecegi-teslim-aldi/

Öncelikle şunu belirtmeliyim, önceki yazılarımda belirttiğim gibi Türkiye hiçbir zaman tam anlamıyla demokratik bir ülke olamadı. Bu nedenle Türkiye aynı zamanda evrensel hukuk kuralları ile temel insan haklarının uygulandığı bir ülke de olamadı. Ancak kabul etmek gerekir ki, Türkiye hiçbir dönemde bu dönemde olduğu kadar devletin siyasetle iç içe geçtiği, devlet mekanizmasının mevcut iktidar için bu kadar hoyratça kullanıldığı bir ülke de olmadı. Elbette bu politika, devletin görünen kurumsal yapısı ile görünmeyen gizli odaklarının bilgisi dışında uygulanmıyor. Bu aynı zamanda, 1980'li yıllardan bu yana uygulanmakta olan uluslararası sermaye programının devamını sağlamaya yönelik sermaye politikasından da bağımsız değildir.

O zaman Türkiye'nin bugün yaşadıklarını tüm bunlarla birlikte değerlendirmek gerekir. Zira gerek mevcut iktidarın 23 yıllık iktidarında yüklendiği misyonla uyguladığı rant politikalarından dolayı yaşadığı iktidardan düşme korkusu, gerekse sermayenin kaynak ve emek sömürüsüne dayanan ekonomi politikasının devamında ısrarı, siyasetin dizaynını zorunlu hale getiriyor. Bu nedenle muhalefetin sokağa ineni, yüzünü halka döneni ve onun sorunlarını gündemde tutanı değil, Cumhurbaşkanının “Yerli ve Milli" dediği, uslu makamında oturanı makbuldür. Cumhurbaşkanının ve ortağı Devlet Bahçeli'nin, 19 Mart'tan bu yana milyonları alanlara toplayarak toplumun üzerindeki ölü toprağını atmasını sağlamaya çalışan CHP Genel Başkanı Özgür Özel'i Ankara'ya dönmeye ve partisinin genel merkezinde oturmaya çağırmaları da bunun kanıtıdır. Elbette iktidar sadece bu çağrıyla yetinmiyor. Eskiden HDP ve öncülü partiler üzerinden Kürt siyasetine yaptığının benzerini, şimdinin iktidar alternatifi CHP'ye yapıyor. CHP iç çekişmelerini kullanıyor ve yargı darbesi ile partiyi bölerek alternatif olmaktan çıkarmaya çalışıyor. Zira ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi çöküş, toplumu alternatif arayışına itiyor ve şu an görünen en yakın alternatif ise CHP'dir. O zaman iktidara göre, bu alternatifi saf dışı bırakmak veya mümkün olduğunca zayıflatmak iktidarda kalmanın tek yoludur.

Yukarıda belirttim bu politika, siyaset-sermaye ortaklığına dayanıyor. Zira özellikle maden ve enerji sektörlerine yatırım yapan uluslararası tekellere tanınan imtiyazlar ile iktidarın izlediği kaynak transferi politikası sayesinde, servetine servet katan yerli sermayenin olası bir iktidar değişikliğine tahammülü yok. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, 1980 yılından itibaren yeni liberal (neoliberalizm) programın ülkede uygulanmasıyla birlikte, karma ekonomik model terk edildi ve devlet iktisadi faaliyetlerden çekildi. Kuşku yok ki, iktisadi faaliyetlerden çekilen devletin tarım ve sanayi sektörlerindeki faaliyetleri ve verdiği destekler sonlandırıldı. Bu faaliyetleri yürüten devlet kurumları işlevsiz hale getirildi ve ellerinde bulunan tesisler özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekildi. Eskiden kurumların kendi makine parkı ve yetişmiş insan gücüyle yaptığı alt yapı tesisleri ihale yöntemiyle artık özel sektöre yaptırılıyor. Böylece devlet iktisadi faaliyetlerden sağladığı ve yurttaşların refahı için kullandığı kaynaktan mahrum kalırken, yurttaşlar ise ucuz mal ve hizmetlere ulaşma olanağından mahrum kaldılar.
 
Öte yandan, bu politika aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ikinci maddesinde hüküm altına alınmış sosyal devleti uygulamadan kaldırdı. Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti devleti artık Anayasanın ikinci maddesinde ifade edilen, “Demokratik, Laik, Sosyal Hukuk Devleti” değil. Zira yine Anayasaya göre değiştirilemeyen, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen devletin bu temel niteliklerinin hiçbirisi artık uygulanmıyor.
 
Halbuki sosyal devlet; parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetlerinin yanı sıra kurduğu sosyal güvenlik sistemi ile kaza, hastalık işsizlik, gibi öngörülmeyen risklere karşı, bu risklere maruz kalan bireyler ile ailelerine ayni ve nakdi yardımlarda bulunarak gelirin yeniden dağılımını sağlayan devlettir.
 
Kuşkusuz devletin, farklılıklara bakış açısından kaynaklanan korkuları ile günün iktidarının kendi bekası için düşman hukuku uygulaması, sermayenin kaynak ve emek sömürüsüne duyduğu ihtiyaçla birleşince, sistem devamlılığını, kendince tespit ettiği uzak ve yakın düşmanların varlığı ile sağlıyor. Zira bugün ülkede uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar, gelir dağılımı eşitsizliğini çalışanlar, emekliler, köylüler ve küçük esnaflar aleyhine alabildiğine bozuyor ve ülkenin yüzde 1’ini oluşturan, ultra zenginler servetlerine servet katıyorlar.  
 
Şimdi sistemin, yakın hedefi, 31 Mart seçimlerinden birinci parti olarak çıkan ve kamuoyu araştırmalarının oyunu sürekli arttırdığını gösterdiği CHP’yi parçalayarak alternatifsiz veya bölünmüş takatsiz muhalefetle seçime gitmektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ortağı Bahçeli ve iktidarın diğer sözcüleri zaman zaman iktidarın muhalefete bırakılmayacağı yönünde açıklamalar yapmaktadırlar. Elbette bunlar altı boş açıklamalar değil. Burada üzerinde durulması gereken, bunun hangi yöntemle yapılmasının düşünüldüğüdür. Bunun için akla gelen ilk alternatif, Türkiye’de artık seçim yapılmaması ve seçimli otoriterlikten seçimsiz otoriterliğe geçilmesidir. Ben bu alternatifin içerde ve dışarda gelişecek tepkiler ve özellikle ortaya çıkaracağı meşruiyet tartışmaları açısından, göze alınabileceğini düşünmüyorum. Zira iktidar, sandığı kendisi için meşruiyet zemini olarak kullanmakta ve muhalefeti sandıktan çıkan iradeye saygı göstermeye davet etmektedir. Tabii bunu yapan iktidarın kendisi, muhalefete mensup seçilmişleri görevden alıp yerlerine kayyum atamak ve onları cezaevlerine atmak suretiyle, iradeyi tanımamayı da merkezi yönetime seçilmiş olmanın kendisine tanıdığı hak olarak görmektedir. Peki, muhalefete iktidarı vermemenin başka yolu var mı? Evet, Türkiye’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yaşadığı bir deneyim olarak seçim sonuçlarını tanımama ve yönetimi muhalefete vermemekte bir alternatif olarak masa da duruyor. Ancak gerek iç ve dış konjonktür gerekse önceki örnekten deneyim kazanmış muhalefetin buna vereceği reaksiyon, bu alternatifi de riskli kılıyor. O zaman iktidarı vermemenin en risksiz yolu alternatifsiz sandıktır.   
 
Mevcut yönetimi ile demokrasiye dönüş, hukukun üstünlüğünün sağlandığı hukuk devleti olma, gelirin daha adil paylaşımı için çalışanlar ile emeklilerin aylıklarının insanca yaşanacak seviyeye çıkarılması, köylülerin yani tarım ve hayvancılığın desteklenmesi, eğitim, sağlık gibi temel hizmetlerde kontrolün devlette olması ve sosyal devletin yeniden inşası vaatlerinde bulunan CHP hedeftedir. O zaman burada soruna CHP’yi aşan Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bir noktadan yaklaşmak gerekiyor. Bunun olması ise CHP’nin geçmişinden bağımsız bugünü okumakla mümkündür. Kısacası Türkiye bir yol ayırımındadır. Dolayısıyla Kürt siyasi hareketi ile sosyalist solun bu sistem içi kavgadır diyerek olayları uzaktan seyretmeleri doğru bir siyaset değildir. Zira bu ülkede asgari düzeyde de olsa demokrasinin kazanılmasının yolu, asgari müşterek olan demokratik Türkiye hedefi etrafında yan yana durmaktan geçiyor!     


                                             
 


 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —