Denis Diderot Üniversitesi profesörü, Toplumsal Değişim Laboratuvarı yöneticilerinden, Uluslararası Psikososyoloji Dergisi yayın kurulu üyesi Fransız Sosyolog Eugéne Enriquez, toplumun, bireyin ve iktidar mekanizmalarının analizini yaptığı “SÜRÜDEN DEVLETE” kitabının sonuç bölümünde, günümüz katı ulus-devlet yapılanması hakkında şu tespitte bulunuyor: “Herkesi şüpheli olarak görmesi ve iç ve dış düşmanlar icat etmesi nedeniyle devlet, her türlü katılımı yok ettiğinden otoritesini boşluğa dayandırmak zorunda kalır. Herkesin kendi içine ya da kişisel tecrit alanına kapandığı apatik dünya ilk bakışta devletin yönetici kadrosunun lehinedir. Bu kadro devlet politikasını gerçekleştirmekte ve iktidarını güçlendirmekte serbesttir. Bununla birlikte söz konusu olan, acı bir zaferdir. Çünkü katılım yokluğu uzun vadede devleti hareketsizliğe sürükler.” Bilim insanı Euqéne Enriquez, günümüz devletini analiz ettiği sonuç bölümünün bir paragrafını yukarıya aldığım “SÜRÜDEN DEVLETE” kitabında devlet yapılanmasına dair önemli tespitlerde bulunuyor. Kuşku yok ki, tespitlerin en önemlisi; günümüz katı ulus-devlet yapılanmasının hüküm sürdüğü devletlerde, iktidar sahiplerinin uygulamaları ile kurdukları yurttaşın katılımına kapalı sistemi anlatan yukarıya aldığım paragraftır.
Dün Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 102. yıl dönümü kutlandı. Kuşkusuz 102 yıl önce, otokratik bir yönetim biçimi olan imparatorluktan halkın kendi kendisini idare şekli olan cumhuriyete geçilmiş olması önemli. Kurtuluş savaşı şartlarında 1920 yılında TBMM’yi kurarak yola çıkan Atatürk ve arkadaşları, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deyimiyle cumhuriyetin olması gereken özelliğini ortaya koymuşlardı. Cumhuriyet ilan edilmeden önce TBMM’nin kurulmuş olması, yeni yönetim şeklinin temsili demokrasi olacağının göstergesi olsa da 102. yılı kutlanan Cumhuriyet, halkın kendi kendisini yönettiği demokratik bir cumhuriyet olamadı.
Zaman zaman yazılarımda halkın gerçek anlamda temsili, onun katılımını esas alan yerel ve merkezi yönetimlerin bizzat halk tarafından veya onun adına görev yapacak yerel ve genel meclis ile yargı organları tarafından denetlendiği, şeffaf, hesap veren yönetim anlayışının hâkim olması ile mümkün olduğunu yazarım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ilk çok partili seçimin yapıldığı 1946 yılından günümüze, 79 yıldır demokratik parlamenter sistemi kurumsallaştırmaya çalışıyor olsa da bu sistemi tam olarak hayata geçirmiş değil. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin farklılıklara kapalı sakat demokrasisi, bu 102 yılda defalarca darbeler, askeri ve sivil müdahalelerle kesintiye uğramış bir demokrasidir. Bu da yetmemiş olmalı ki, 2017 yılında yapılan anayasa değişikliği ile 2018 yılında geçilen Türkiye’ye özel tek adam yönetim modelinde kuvvetler ayrılığı ilkesi rafa kaldırıldı. Yasama ile yargının denetim yetkileri ellerinden alındı, şimdi sadece şeklen varlar. Çünkü artık her şeye yürütmenin başında bulunan tek adam karar veriyor. Bunun temel nedeni, “Söz konusu devletse gerisi teferruattır.” bakış açısı ile devletin kutsanmasıdır. Maalesef bu kutsama, devletin yurttaş için değil yurttaşın devlet için olduğu anlayışının hâkim olmasına yol açtı ve demokrasinin evrensel ilkeleri ülkeye hâkim olamadı. Elbette bu durum sadece demokrasinin değil ona paralel olarak insan hak ve özgürlükleri ile hukukun temel ilkelerinin yerleşmesine de engel oldu.
Tüm bu nedenlerle, 1946’da çok partili hayata geçilen Türkiye’de, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçileri temsil edecek sosyalist partiler ile etnik yapılanmalar hep tehdit olarak gösterildi ve baskı altında tutuldular. Enriquez’in yukarıya aldığım tespitinde belirttiği gibi, devlete hâkim olan tekçi zihniyet herkesi potansiyel şüpheli olarak görüyor. İcat ettiği iç ve dış düşmanları kullanıyor ve toplumu karşıtlığa sürüklüyor. Bu politika, 1980 sonrasında terörle mücadele adı altında iktidarlar ile onların emrindeki kolluk ve yargının suistimallerine olanak sağlayan, yoruma açık, esnek düzenlemelerle devam ettirildi. Böyle olunca da merkezin hemen sağında ve solunda, birbirine yakın siyaset yapan pek çok partinin katıldığı seçimlerin yapılmış olması, tek başına halk iradesinin tecellisini sağlayamadı.
Kuşkusuz binlerce yıldır çok farklı kültürlerin yaşadığı bir coğrafya üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bu farklılıkları olduğu gibi kabul edip, onların birlikte, insan hak ve özgürlükleri ile ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki eşitler olarak yaşayacakları demokratik bir cumhuriyet olamadı. Aksine farklılıkları tehdit olarak gören, onları mümkün olduğunca bir potada eriterek tek tipleştirmeye çalışan baskıcı bir anlayış ülkeyi rehin aldı. Zira devlete hâkim olan zihniyete göre, etnik kökeni, dini inanışı, mezhebi ne olursa olsun, vatandaşlığa kabul edilmiş ve kendilerine bir nüfus cüzdanı sağlanmış olanların başka talepleri olamaz. Olursa cezalandırmayı hak etmişlerdir.
Halbuki vatandaşlık: bir kulübe üyelik değil, haklar dizisi olarak görülmelidir. Ancak böyle bakıldığında, insanların sahip oldukları hakları ile yaşamaları gerektiği düşüncesi temel prensip olarak benimsenmiş olur. Kuşku yok ki, bu sağlandığında vatandaşlık, katı ulus-devlet anlayışının ayrıcalık olarak sunduğu nüfus cüzdanının ötesinde insanların temel hak ve özgürlüklerinin korunduğu bir hak olma vasfını kazanmış olur.
Ne yazık ki, devletin farklılıkları yok sayan bakış açısıyla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının yeterli hak olduğu anlayışı ile eğittiği toplumun çoğunluğu, farklı olanların başta anadil olmak üzere, kültür ve inanç temelli insan haklarını talep etmelerini, kendilerine vatandaşlık sağlayan devlete karşı gelmek olarak görüyor.
Evet, Enriquez’inde belirttiği gibi, herkesi tehdit olarak gören, iç ve dış düşmanlar icat eden devlet katılımı yok eder ve otoritesini dayandıracak düşünce zenginliğinden yoksun kalır. Bu politikanın tek tek yurttaşlar ile farklı yurttaş grubunu kendi içine kapanmak zorunda bırakması, devleti yönetenlerin lehinedir. Zira kendi politikalarını uygulamakta serbestlik kazanırlar. Devlet aşırı büyür ve kontrolden çıkar, sonuçta bu kontrolsüzlük devlet adına yetki kullanan resmi veya sivil paramiliter grupların, kendilerini bağlayan anayasa ile kanunların dışına çıkmalarına zemin sağlamış olur.
Kuşkusuz tüm bunlar, yurttaşları karşı karşıya getiriyor. Birinin değerlerini diğerinin reddetmesine, karşılıklı öfkeye ve şiddete yol açıyor. Maalesef Türkiye özelinde 1980’li yıllardan bu yana süren çatışmaları kullanan siyasetin zehirli dili, Türkiye’yi kuran iki temel kimlik olan Türkler ile Kürtleri karşı karşıya getirdi. Çağımız dünyasında katı ulus-devlet anlayışı zayıflamış ve halkların büyük çoğunluğu bu düşmanlık psikolojisini aşmışken, Türkiye halkları bu ayrışmaların yol açtığı çatışmayı aşamadılar.
Elbette bu durum, devleti kutsayan, tekçi zihniyeti temsil eden siyasi anlayışa toplumu istediği şekilde yönlendirme imkânı sağlıyor. Öte yandan bu ayrışma ülkede hak aramanın ve birlikte mücadelenin önünü tıkıyor. Maalesef aynı apartmanda, aynı mahallede, aynı kentte yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı dükkândan alışveriş yapan, aynı parklarda oturan ve yürüyen, aynı toplu taşıma araçlarını kullanan, akrabalık bağları ile birbirine bağlanmış olan insanlar artık birbirlerine zoraki selam veriyorlar.
Kuşkusuz tüm eksikliklerine ve iktidarın çözüme dair bireysel veya siyasal beklentilerinin çıkardığı zorluklara rağmen devam eden demokrasi ve barış süreci, Türkiye halklarına, eşit yurttaşlar olarak yaşayacakları demokratik bir cumhuriyeti elbirliği ile inşa etme imkânı sunuyor. Bence barış sürecinin iktidarı en çok bu yönü korkutuyor. Öncelikle hiçbir etnik kimlik, din veya mezhep diğerine neyi seveceğini veya neyi sevmeyeceğini dayatamaz, dayatmamalıdır. Zira gerek dünyada gerekse ülkede yaşananlar, farklılıkların ayrışmalarının ve birbirini reddetmelerinin değil, daha yaşanılası bir dünya ve ülkede yaşamak için omuz omuza mücadele etmenin zorunluluğunu gösteriyor.
Unutulmamalıdır ki kapitalist sistemde sermaye insana etnik köken, din, mezhep ve kültür farklılıkları üzerinden değil, emeği ve kazanımları sömürülecek bireyler olması yönünden bakar. Bunun için toplumsal fay hatlarını emeğini sömüreceği insanları ayrıştırmak ve karşı karşıya getirmek için kullanır. Zira ayrışmış, mensubiyetlerine göre kamplara bölünmüş toplum, sömürüye, doğa ve kaynak talanı ile eşitsizliğe karşı örgütlenemez. Hiç kuşku yok ki örgütsüz toplum, sahip olduğu temel haklarının yanı sıra geleceğini de kaybeder. O zaman şimdi yapılacak şey, yurttaşlığı nüfus cüzdanı sağlanması ile yeterli gören tekçi zihniyete karşı barışı inşa etmek ve herkesin etnik, dini, kültürel ve mezhepsel aidiyetiyle yaşadığı, farklılıkların zenginlik kabul edildiği demokratik bir cumhuriyeti inşa edecek mücadeleyi birlikte yükseltmektir.