Dün şehir dışından gelen bir misafirim hastalanınca Selahattin Eyyubi Devlet Hastanesi’nin acil servisindeydim. İnsan, böylesi yerlerde hayatın tüm çıplaklığını görür; acıyı, umudu, korkuyu, çaresizliği… Ben de gördüm. Ama başka bir şey daha gördüm: içimi sızlatan bir manzara.
Kapıdan çıkarken yaşları 18-20 arasında bir grup genç, gözleri yaşlı, sesleri titrek halde güvenlik görevlisine yalvarıyordu:
“Yalvariyam size, arkadaşımızı iyileştir…”
Bir süre sonra öğrendim. Aynı yaşlarda bir genç, bir bıçaklı kavgada bıçaklanmış. Hayat ile ölüm arasında bir hastane koridorunda gidip geliyor. O kapının önünde ağlayanlar da onun arkadaşları…
Evet, o gençler üzülüyordu. Pişmandılar. Kaybetme korkusuyla titriyorlardı. Ama bir hakikat var: O gözyaşları bıçağın ucunun gideceği yeri değiştirmiyor.
Bizim gençlerimiz neden bu kadar öfkeli?
Neden yumruk ve bıçak, sohbet ve çözümün önüne geçiyor?
Neden “onur”, “mahallenin raconu”, “ego” gibi boş kabullerle birbirlerini toprağa gömmeye bu kadar hazırlar?
Şunu artık kabul edelim:
Diyarbakır’ın, bu şehrin, bu memleketin en büyük yarası sadece işsizlik değil, sadece yoksulluk değil. En büyük yarası; öfke kültürü, şiddet romantizmi, adamlık masalları, boş kabadayılık…
Gençler, bu yazı size.
Kızmayın, kızacaksanız önce kendinize kızın.
Arkadaşınızı hastane kapısında değil, kavga çıkmadan önce tutmalıydınız.
Onu bıçağı eline alırken durdurmalıydınız.
Omuz atıldığında değil, söz incindiğinde sahip çıkmalıydınız.
Unutmayın:
Bıçak, çözüm değil.
Silah, cesaret değil.
Kavga, gurur değil.
Gerçek güç; öfkeyi yenmekte, aklı kullanmakta, arkadaşın canını korumakta…
Bir gün değil, her gün ağlamamak istiyorsak eğer, bu kültürü değiştirmek zorundayız. Yoksa hastane kapılarında edilen yakarışlar, mezar taşlarının sessizliğinde kaybolur gider.
Toprak gençlerimizi değil; gençler toprağı işlesin istiyorsak, bu şiddet zincirini kıracağız. Çünkü başka Diyarbakır yok. Ve unutmayın; bir bıçak sadece et kesmez, bir geleceği de keser.