Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde, emperyalizmin Ortadoğu'daki vurucu gücünün İsrail olduğunu belirtmiştim. Yine aynı bölümde emperyalizmin hedefinin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol altında tutmanın yanı sıra; bölgedeki vurucu gücü İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğunun altını çizmiştim. Maalesef emperyalizm, İsrail’in güvenliğini sağlamak üzere BOP’u uyguladıkça, Ortadoğu coğrafyası kan ve göz yaşıyla sulanmaya devam ediyor.
Bu yazı serisinin ilk bölümlerinde, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de İkiz Kuleler ile Pentagon’a yapılan saldırılar ile sonrasında yaşananlara kısmen değinmiştim. ABD bu saldırılardan, daha önce Afganistan’da SSCB’ye karşı savaşta omuz omuza savaştığı “Mücahitlerin” kurduğu El Kaide örgütü ile lideri Suudi Arabistan kökenli Usame Bin Ladin’i sorumlu tuttu.
Doğrusu, 11 Eylül saldırılarını kim yaptı? Hangi gerekçelerle yaptı? Nasıl planladı ve ABD içinden destek alındı mı? Tüm bu sorular yanıtlanmış değil. Ancak 11 Eylül’den sonra, yazılan ve çizilenler ile yaşananlar, saldırının kimin yararına sonuçlar doğurduğuna veya kimin yeni dönem politikalarına yön verdiğine dair ipuçlarını veriyor. Zira 1990’lı yılların başında reel sosyalizmin şimdilik tarih sahnesinden çekilmesi, her ne kadar kapitalizmin zaferi olarak algılanıp daha özgürlükçü bir sistemin kurulacağı ileri sürülse de bundan sonrasına dair bir belirsizlik sürüyordu. Bunun temel nedeni, "Yeni dönemde dünya tek kutuplu mu olacak, yoksa ABD ile Avrupa arasında başlayacak güç savaşının yol açacağı yeni çok kutupluluk mu olacak?" sorusu cevaplandırılmamıştı.
Kuşkusuz SSCB ile başını çektiği Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra, ikinci emperyalist paylaşım savaşının (İkinci Dünya Savaşı) ardından ABD öncülüğünde kurulan Kuzey Atlantik Paktı NATO içinde bir araya gelmiş olan Batı devletlerinin, bu müttefikliği devam ettirip ettirmeyecekleri belirsizdi. Daha açık bir ifade ile varlığının nedeni ortadan kalkmış NATO devam edecek miydi? Devam edecekse görev tanımının yeniden yapılması gerekmez mi? Tüm bu soruların cevaplarının arandığı bir süreçte 11 Eylül saldırıları gerçekleşti.
11 Eylül saldırılarının ardından, ABD kısa zamanda bundan sonrası için kendisinin tek hakim olduğunun kabulü için adımlar atmaya başladı. Artık yeni paradigma “küresel teröre” karşı küresel savaştı. Bunun için ABD, uluslararası kurumlar, Birleşmiş Milletler (BM), NATO gibi kurumları devre dışı bırakmayı ya da onların rolünü, kendisinin belirlediği politikaya meşruluk kazandırmakla sınırlandırmayı seçti.
Kuşkusuz 11 Eylül saldırıları sadece ABD’de değil, dünya genelinde toplum yaşamında önemli sonuçlara yol açtı. Bu alanda üzerinde durulması gereken en önemli husus, insanların güvenlik mi özgürlük mü ikilemiyle karşı karşıya bırakılmalarıydı. Nitekim dünya genelinde özgürlüklerin kısıtlanması pahasına, güvenlik tedbirleri üst seviyeye çıkarıldı.
Öte yandan 11 Eylül Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra, adına küreselleşme veya globalleşme denen yeni dünya düzeninin kurulmasında ABD’nin daha serbest hareket etmesini sağladı. Bu serbestlik, ABD’ye diğer devletlere “Ya benim yanımdasın ya da terörün yanındasın” deme ve onları kendi politikalarını kabule mecbur bırakma rahatlığı sağladı. Bu rahatlıkla, uluslararası hukuku uygulamayarak kurumsal yapıları devre dışı bırakan ABD, Afganistan ile Irak işgallerinde BM’yi devre dışı bıraktı. NATO sözleşmesinin 5. Maddesini işleterek, Afganistan işgalini sembolik olarak NATO’ya havale etti. Ancak Irak’ın işgalinde, ABD ile İngiltere BM’nin görevlendirdiği silah denetim komisyonunun raporunu beklemeden itirazlara rağmen işgal harekâtını başlattılar.
Doğu Bloku'nun dağılmasından sonra, tek kutuplu dünyada ABD’nin öncülüğünde kurulacağı düşünülen “Yeni Dünya Düzeni” dünyanın bazı bölgelerinde tam olarak kurulamadı. Bu bölgelerden birisi de Ortadoğu’ydu. ABD bu projesine karşı çıkan devletleri “Şer Cephesi” olarak nitelendiriyor ve “küresel teröre” destek vermekle suçluyordu.
Bu yazı serisinin önceki bölümlerinde belirttiğim gibi, Kuzey Afrika’dan yakın Asya’ya geniş bir coğrafya da dönüşüm hedefi ile ABD’de hazırlanmış olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) uygulanması sürecinde, Tunus, Mısır gibi ülkelerin yönetimleri değiştirilirken, Irak, Libya ve Suriye yönetimlerinin, toplumsal tepkilerle değişmesi çok kolay değildi. Dolayısıyla, bu ülkelerin yönetimleri, fiili işgal veya iç savaşla değişebilirdi. Nitekim Irak ile Libya, işgal edilirken, Suriye’de ise dışarıdan kışkırtmalarla 2011 yılında başlatılan iç savaş 13 yıl sürdü ve ancak 2024 yılı sonunda yönetim değişikliği gerçekleşti.
Bu üç ülke için liderlerinin zalim diktatör oldukları yönünde ileri sürülen gerekçeler, elbette yabana atılacak gerekçeler değil. Zira özellikle Irak ve Suriye’de Arap milliyetçisi BAAS yönetimi uzun yıllar halkları baskı altında tuttu. Katliamlar, kaybetmeler gibi pek çok insanlık suçu işlendi, sorumlular gerekli cezaları almadı. Farklı etnik köken, din ve mezhep mensupları kendilerini ifade edemediler. Siyasi örgütlenmeler, sendikalar hemen hemen yoktular. Doğrusu bu ülkelerde demokrasi adına birçok eksiklik vardı ve yönetimleri, insanlık suçları işlemekten geri durmuyorlardı. Ancak demokrasi havariliği yapan ABD ile müttefiklerinin iş birliği yaptığı bölge ülkelerin, krallık, şeyhlik ve beylik gibi çağdışı yönetim sistemleri ile yönetilen ülkeler olmaları, demokrasi savunucusu Batı'nın samimi olmadığını ve bu ülkelere müdahalenin asıl amacının, bölgenin zengin petrol kaynaklarını kontrol etmek olduğunu gözler önüne seriyor.
Bu üç ülkeden Irak, Suudi Arabistan’dan sonra en büyük petrol rezervine sahip ülke iken Libya ise Afrika’nın en büyük petrol rezervine sahip ülkesidir. Suriye bu iki ülke kadar büyük petrol rezervine sahip olmamakla birlikte, petrolün yanı sıra stratejik öneme sahip bir ülkedir. Üç ülke petrolü kamulaştırdıkları için, uluslararası tekeller petrollerinden pay alamıyorlar. Öte yandan üç devlet, Arap devletleri içinde İsrail’e karşı Filistin direnişine, maddi destek veren devletlerdir. Özellikle İsrail ile sınır komşusu olan ve İsrail’in işgal ettiği topraklarından çekilmemesi nedeniyle, bu devletle savaş hali devam eden Suriye’nin güçlenmesinin, İsrail’in güvenliğini tehdit edeceği düşünüldüğünde bu üç devletin yönetiminin hedefte olması doğaldır.
Tüm tespitler, BOP’un uygulanması sürecinde devletlere yapılan müdahalelerde devletlerin demokrasi dışı sistemlerle yönetiliyor olmalarının değil, emperyalizmin ekonomik çıkarlarının belirleyici olduğunu gösteriyor. Özellikle işgal ve iç savaşla büyük acılar yaşatılan Irak, Libya ve Suriye haklarını neyin beklediği belirsizliğini koruyor.
Sonuç olarak; 1970’li yılların sonunda, “Yeşil Kuşak” adıyla başlayan ve sonraki yıllarda BOP’la devam eden emperyalizmin petrol yatakları üzerinde bulunan İslam coğrafyasını dönüştürme projesinin uygulanması, ABD’nin adına mücahit dediği kendi yetiştirmesi cihatçıların, 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz kuleler ile Pentagon’a yaptıkları saldırılardan sonra hız kazanmış olsa da proje bu saldırılardan çok önce 1970’li yılların sonunda hazırlanıp, uygulamaya konmuş bir projedir. 11 Eylül, ABD’ye yeni dünya düzenini hayata geçirirken, bölge özelinde karşılaştığı engelleri aşma ve İsrail’in güvenliğini sağlama konusunda, bölge ülkelerinin yönetimlerini değiştirecek, direkt ve dolaylı bir dizi müdahaleyi yapma fırsatı sundu.
Evet, bu yazı serisinin ilk bölümünde, Suriye iç savaşının 2011 yılında ülkenin güneyinde bulunan Dera kentinde bir grup öğrencinin, okul duvarına “Ey Doktor (Beşar Esad) sıra sana geldi” diye yazması ile başladığını belirtmiş ve bu sloganın düşündürücü olduğunu vurgulamıştım. Son yıllarda Kuzey Afrika ile yakın Asya’yı kapsayan coğrafya da bulunan birçok ülkede ortaya çıkan halk hareketleri sonucu, bölge ülkelerinde yönetim değişiklikleri olduğuna vur yaptıktan sonra, “Bu sırayı kim veya kimler nerede belirlediler?" diye bir soru sormuştum. Bu soruyu sorduktan sonra, bu soruya doğru cevap verebilmek için, bundan 45 hatta 50 yıl öncesine gitmekte yarar olduğunu vurgulamış ve 9 bölümlük bu yazı serisinin sonraki bölümlerinde 1970’li yılların sonunda Afganistan’dan başlayarak günümüze kadar bölgede yaşanan halk hareketleri, işgaller, darbeler ve iç savaşlarla, bölge ülkelerinde meydana gelen yönetim değişikliklerini yazdım. Elbette yazı serisi olayların arka planına inen bir derinlikle yazılmadı. Zira bu yazı serisinin amacı, son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında yaşanan dönüşümün asıl hedefini ve amacını bilince çıkarmaktı. Yazıyı yazarken, ilk bölümde sorduğum soruya doyurucu bir cevap vermeye çalıştım. Sanıyorum yazı serisi sorduğum, “Sırayı kim veya kimler nerede belirledi?” sorusunun aslında çoğumuzca bilinen, sıranın emperyalist merkezlerde belirlendiğine dair cevabını hafızalarımızda tazelemiş oldu.
Bu bölümle yazı serimiz sona erdi. Bir sonraki yazıda buluşuncaya kadar hoşça kalın!