Veli Beysülen


Yeşil Kuşak'tan BOP'a Ortadoğu (6)

.


Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde, Libya lideri Muammer El Kaddafi’nin, yönetimi aldıktan sonra, ülke petrollerini devletleştirdiğini ve petrol gelirlerini Libya halkının refahı için kullandığını belirtmiştim.

 Kuşkusuz Kaddafi’nin bu politikası, uluslararası petrol tekellerini rahatsız ediyordu. Zira bu politika tekellerin, Afrika’nın en zengin petrol rezervine sahip, Libya petrollerinden pay almalarının önünde engeldi. Bu nedenle Kaddafi, emperyalist batının hedefindeydi. Daha önce teröre destek vermekle suçlanan ve ülkesi, 1981, 1983 ve 1984’te ABD tarafından bombalanan Kaddafi, geri adım atmayarak, petrol gelirlerini Libya halkı için kullanmaya devam etti. Bunun üzerine, “Arap Baharı” projesi çerçevesinde dışarıdan kışkırtmalarla ülke de gösteriler başladı. Kısa sürede çatışmalara dönüşen gösterilerin, Libya hükümeti tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılması üzerine, ABD, Dışişleri Bakanı, Fransa Devlet Başkanı, Almanya ve İngiltere Başbakanları ile zamanın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, 19 Mart 2011 tarihinde Paris’te yaptıkları toplantıda müdahale kararı aldılar.
 
Karar 20 Mart 2011 tarihinde uygulamaya kondu. İlginçtir Birleşmiş Milletlerden çıkarılan karara dayandırılan ve NATO’ya üye olan veya olmayan pek çok devletin katıldığı saldırının komutası, 30 Mart 2011 tarihinde, sözde bölgesel güvenlik paktı NATO’ya bırakıldı. Halbuki Libya NATO üyesi herhangi bir devlete saldırmamıştı. Yani NATO sözleşmesinin 5’nci maddesine aykırı bir durum söz konusuydu.  

Müdahale sonucu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Başkent Trablus’un koalisyon güçleri tarafından alınmasıyla Kaddafi yönetimi düştü, 20 Ekim 2011 tarihinde yakalanan Kaddafi, çetelerin önüne atılarak katlettirildi. Libya, koalisyonun ülkeye barış getirip, istikrarı sağlayacağı yönünde ki iddiasının aksine kaosa sürüklendi ve Libya halkı uzun süre devam eden çatışmalarla boğuşmak zorunda kaldı. Şimdilik çatışmalar durmuş gözükse de ülke de istikrar henüz sağlanmış değil.
 
Bir önce ki bölümde Büyük Ortadoğu Projesini (BOP) hayata geçirmek üzere, adına "Yasemin Devrimi" veya "Arap Baharı" denen yaygın halk protestolarının, Mısır, Tunus ve Yemen’de yönetim değişikliğine yol açtığını belirtmiştim. Kuşkusuz bu ülkelerin içinde en önemlisi Mısır’dı.
 
Mısır, 1981 yılından 2011 yılına kadar 30 yıl süreyle Hüsnü Mübarek tarafından baskı rejimiyle yönetilen bir ülkeydi. Yolsuzluk işsizlik ve yoksulluğun bunalttığı Mısır halkı 2010-2011 yıllarında “Yasemin Devrimi" öncülüğünde, kitlesel eylemler yapılmaya başlandı. 25 Ocak 2011'den itibaren halk, mevcut yönetime karşı seferber oldu. Sokak gösterileri, protestolar ve sivil itaatsizlik eylemlerinin sokağa döktüğü kitleler günlerce meydanlardan çekilmedi. Zira süreklilik kazanmış olan, olağanüstü hâl, polis şiddeti, işsizlik, asgari ücretin azaltılması hazırlıkları, barınma sorununun çözülememesi, yiyecek sıkıntısı, yolsuzluklar, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve kötü hayat koşulları halkı canından bezdirmişti. Başkent Kahir ‘de ki ünlü Tahrir Meydanı göstericilerin mekanı haline geldi. Gösterilerin durmaması üzerine Mübarek, 11 Şubat 2011 tarihinde görevi yardımcısına bırakarak çekildi. Ancak görevi devralan yardımcısı Ömer Süleyman da kısa süre içinde görevi bıraktı. Ömer Süleyman’ın çekilmesi üzerine ülke yönetimini Yüksek Askeri Konsey devraldı.
 
Daha sonra parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Haziran 2012’de Müslüman Kardeşler hareketinden Muhammet Mursi, Mısır Cumhurbaşkanlığı görevine seçildi. Mursi, Mısır’ın demokratik seçim sonucu seçilen ilk Cumhurbaşkanıydı. Ancak halkın beklentilerinin karşılanmaması üzerine, kısa süre sonra Mursi’ye karşı yoğun protesto gösterileri başladı. Protesto gösterileri ülkeye yayılınca 3 Temmuz 2013 tarihinde Genelkurmay Başkanı Abdulfettah El Sisi komutasında ordu yönetime el koydu.
 
Darbenin ardından Mursi'nin üyesi olduğu Müslüman Kardeşler hareketine yönelik yoğun bir tasfiye başlatıldı. Bir yandan hareketin yüzlerce üyesi güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmalarda öldürülürken diğer yandan ise on binlerce hareket mensubu hapse atıldı.
 
Mursi ile Müslüman Kardeşlerin diğer liderleri hakkında "Mısır'da istikrarı bozmak için yabancı terör örgütleriyle komplo kurmak" suçlamasıyla dava açıldı. Mursi, Mayıs 2015'te ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, davada 16 kişi ise idam cezası aldı. Davayı açan savcıların iddiasına göre, Müslüman Kardeşler, bazı üyelerini eğitim için, Hamas, Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları’nın askeri eğitim kamplarına göndermişti. Darbeden sonra faaliyetleri yasaklanan “Müslüman Kardeşler” barışçıl bir hareket olduğunu ileri sürerek iddiaları reddetse de Mursi ile arkadaşları ceza almaktan kurtulamadılar. Mursi 17 Haziran 2019 tarihinde, duruşma sırasında öldü. Kısacası seçimle gelen ilk başkan Mursi’nin gücü, Mısır’ın darbe geleneğini kırmaya yetmedi.
 
2013-2025 on iki yıldır Mısır’ı yöneten, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbeci dediği görüşmem dediği ancak şimdi sarmaş dolaş olduğu Sisi, ilk günden itibaren batı ile sorun yaşamadı, ilişkiler olağan seyrinde devam etti. Tüm bunlar, geldiği siyasi gelenek ve siyasi düşüncesinden bağımsız olarak, Mısır’ın seçimle gelmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammet Mursi’nin darbe ile görevden uzaklaştırılmasının sözde demokrasi savunucuları nezdin de bir öneminin olmadığının kanıtıdır.    
 
Kuşkusuz “Arap Baharı” çerçevesinde yönetimleri değiştirilen diğer ülkelere göre Suriye, yönetiminin değişmesi pek kolay değildi. Bu nedenle, zamanımızın en kanlı, en çetrefilli, çok taraflı, iç savaşı bu ülke de yaşandı. BOP’sinin hazırlayıcısı ve uygulayıcısı ABD’nin, bu projesine zemin hazırlamak için, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya oradan yakın Asya’ya uzanan Coğrafyada özellikle Arap ülkelerinde, dışarıdan kışkırtmayla başlattığı gösteriler ile iç çatışmalara “Arap Baharı” adı verdi. ABD ile Müttefikleri ve bölgede ki işbirlikçileri, yönetimini BOP’un uygulanmasının önünde engel olarak gördükleri her bir ülke halklarının, etnik, dini ve mezhepsel farklılıkları ile demokrasiden uzak, baskıcı yönetimden duyduğu rahatsızlığı kullandılar. Suriye’de bu politikayı hayata geçirmek üzere, ABD ile müttefikleri, ülkeye dışarıdan militan taşıdılar. Bunun yanı sıra ülkeye bir şeklide soktukları, istihbarat elemanları, Baas rejiminin ülke halklarının canına tak eden, baskı politikalarını kullanarak, yer yer şiddete varan protestolar başlattılar. Aslında Suriye, emperyalist batının Ortadoğu ülkelerinde ki farklılıkları kullanma çatışmalar başlatma yönünde sergilediği oyunlara verilecek en iyi örnektir.   
 
Elbette bunda, Suriye yönetiminin halkı baskı altına almasının ve gösterilere karşı şiddete başvurmasının önemli bir payı var. Zira Suriye yönetiminin, gösterilere karşı sert tedbirler alması, bu ülkede iç çatışmaları kışkırtacak bir takım gizli faaliyetlere zemin hazırladı. İlginç olan ise zalim bir diktatör olmakla suçlanan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esat’a karşı ayaklanma tertiplenirken, sözde demokrasi ve özgürlük savunucusu ABD ile müttefiklerinin, ülkelerinde demokrasinin” d”sini ağza almanın yasak olduğu, temel hak özgürlüklerin adının geçmediği, kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü, yönetime karşı gelme cezasının ölüm olduğu, bölgenin  krallık, Şeyhlik ve Emirlik gibi çağdışı, despot yönetimleriyle iş birliği yapmalarıydı. Petrol zengini bölge ülkelerinin parasal desteği ile Suriye'de ayaklanma başlatma çalışmaları yapıldı. İç karışıklığın başlaması ve Esat yönetiminin sert tedbirlere başvurması, fitili ateşledi.

Libya’da yapılan direk müdahalenin aksine Suriye’de, vekalet savaşı tercih edildi ve dünyanın değişik bölgelerinden uçaklar dolusu cihatçı militan, bölge ülkelerine taşındı. Türkiye dahil bölge ülkeleri, sınırlarını bu grupların geçişine açtılar. İslam’ın Şii mezhebinden olan Beşşar Esat yönetimine karşı ülkenin sunni nüfusu sürekli kışkırtıldı. Savaş kısa zamanda ülkenin tamamına yayıldı. Dışardan taşınan cihatçı çetelerin, her biri bir bölgede hakimiyet kurmaya çalıştı. Kafa kesen, girdikleri köy ve kentlerde kadın, çocuk, yaşlı demeden katliamlar yapan cihatçı grupların bu saldırıları milyonlarca Suriyeli insanın yerlerini yurtlarını terk ederek, başta Türkiye Suriye’nin komşusu ülkelere göçmek zorunda kaldı.
 

Kuşkusuz bu çetelerin içinde, en barbarı kim tarafından hangi amaçla kurulduğu aydınlatılamayan, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) isimli çeteydi. Bu barbar çete, kısa süre de Suriye’nin önemli bir kısmına hakim olmanın yanı sıra Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirdi. Ezidilerin yoğun olarak yaşadığı Şengal’e saldırdı. IŞID bununla da yetinmeyerek, iç savaşın başlamasının ardından, Suriye merkezi hükümetinin güçlerini bölgeden çekmesi üzerine, ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmak üzere, Kürt Nüfusun yoğun olarak yaşadığı, Kuzey Doğu Suriye’de (Rojava) yaşayan halkların, oluşturdukları Kanton tipi özerk bölgeye yöneldi ve Kobane kantonuna saldırdı.
 
Yazı serimiz devam edecek bir sonraki bölümde buluşuncaya kadar sağlıcakla kalın!


                                                              
                        


 

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.