Bu yazı serisinin bir önceki bölümünde, Kuveyt’in Irak tarafında işgali üzerine, ABD öncülüğünde oluşan koalisyonun Irak’a karşı önce hava saldırıları başlattığını ve sonra da kara harekatı ile Irak’ı Kuveyt’ten çıkardığını yazmıştım. Yine aynı yazıda Irak'ın Kuveyt’ten çıkarılmasının gerginliği düşürmeye yetmediğini ve ABD ile İngiltere’nin 2003 yılında Irak’ı işgal ettiklerini belirtmiştim.
İşgale giden süreçte Irak’ın, kitle imha silahlarına sahip olduğu yönünde yoğun bir propaganda yürüten ABD-İngiltere koalisyonu, Birleşmiş Milletler kararına gerek duymadan havadan ve karadan saldırı başlattı ve Irak’ı işgal etti.
Kuşkusuz ABD’nin bu işgale giden süreçte elini güçlendiren bir başka olay ise 11 Eylül saldırılarıydı. Zira bu saldırılar, ABD yönetimine Orta Doğu üzerinde hakimiyet kurma isteğini gerçekleştirme fırsatı sunmuştu. ABD bu saldırıyı, terörle mücadele argümanı ile başta BM, uluslararası kurumları by-pass ederek, genelde Ortadoğu’ya özelde ise bölgedeki ilk hedefi olan Irak’a yönelik emellerini gerçekleştirme aracı olarak kullandı. Bir başka deyişle ABD, 11 Eylül saldırılarını Irak’ın işgal için başlatmayı planladığı saldırıya meşruiyet kazandırma aracı olarak kullandı. Zira elinde dünyayı tehdit ettiğini söylediği küresel terör kozu vardı ve ABD işgale karşı çıkan devletleri “Ya yanımızdasın ya da terörle birliktesin” diye baskı altına alıyordu.
Tüm bu çarpıtmalar sonucu ABD ve İngiltere koalisyonu, Birleşmiş Milletler statü ve prensiplerini yok sayarak 2003 yılında işgali gerçekleştirdi. Daha sonra yayınlanan raporlarda ABD hükümeti tarafından ortaya atılan tezin aksine Irak’ta kitle imha silahları bulunmadığı açıklandı. Öte yandan işgalin bir diğer gerekçesi olarak Saddam Hüseyin’in El-Kaide’ye destek vermesi gösterilmiş ise de bu ilişki hiçbir zaman kanıtlanamadı. Önceki bölümde belirttiğim gibi, evet Saddam, Irak halklarına zulmeden zalim bir diktatördü. Ancak işgale giden süreçte onun Irak halklarına yaptıklarından ziyade, batı için tehdit oluşturduğu yönünde kamuoyu manipüle edildi. Zira bu şekilde ABD ile İngiltere menşeli uluslararası petrol tekellerinin, Irak’ta bulunan zengin petrol rezervlerinin işletilmesi olanağına sahip olmaları yönündeki asıl niyet gizlendi.
20 Mart 2003'te ABD ve İngiltere tarafından başlatılan Irak'ın işgali saldırısında, Irak hükümeti ve ordusu üç hafta içinde çöktü. 9 Nisan 2003 tarihinde ABD güçleri Bağdat'a girdi. Böylece 24 yıllık Saddam Hüseyin iktidarı sona erdi. Bağdat'ın düşmesinden sonra Saddam izini kaybettirdi ve nerede olduğu yönünde birçok komplo teorisi ileri sürüldü ve nihayet 13 Aralık 2003'te Tikrit yakınlarında bir çiftlik evinde ABD güçlerince yakalandı.
İşgalden sonra, koalisyon güçleri Irak’ta yeni bir demokrasinin inşasını amaçladıklarını ileri sürseler de Irak Savaşı, ülkeyi ekonomik, askeri ve ahlaki olarak çöküntüye sürükledi. Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin, kurulan “Özel Mahkeme” tarafından “Duceyl Katliamı” için açılan davada yargılandı ve İdam cezasına çarptırıldı. Davada 8 kişi yargılandı ve Saddam Hüseyin’le birlikte dördü hakkında cezası idam kararı verildi. Aslında yargılama sadece görüntüden ibaretti ve mahkemenin yetkisi, işgalci devletlerin önüne koyduğu kararları onaylamakla sınırlıydı.
Peki, neydi Ducely Katliamı? 8 Temmuz 1982'de, aşiret liderleri ile görüşmek üzere Şii Arapların yaşadığı Duceyl kentine giden Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in konvoyuna kentteki kalabalıktan ateş açılmıştı. Olay esnasında Irak Ordusu'na ait helikopterler vatandaşların üzerine rastgele ateş ederken, süren operasyonlarda daha sonra yüzlerce kişi tutuklanmış ve işkence görmüştü. Yapılan yargılamada Irak Devrim Mahkemesi 143 kişi hakkında idam kararı vermiş ve hepsi idam edilmişti.
İlginçtir Saddam, işlediği bütün insanlık suçlarından değil sadece Duceyl Katliamı ile ilgili yargılandı ve alel acele idam edildi. Halbuki Saddam Hüseyin, iktidarda olduğu dönem boyunca, başta Kürtler ve Şiiler olmak üzere Irak’taki tüm etnik, din ve mezhepsel farklılıklara karşı zalimane tutum içinde olmuş ve her birine ayrı bir baskı, sindirme ve yıldırma politikası izlemişti. Onun liderliğinde 12 Mart 1986’da başlayıp, 7 Haziran 1989’da sona eren 2 yıllık “Enfal Soykırımı” sürecinde, çocuk, yaşlı, kadın, hasta ayrımsız 5000’i kimyasal silah saldırısında Halepçe’de katledilen Kürt olmak üzere, toplam 182 bin Kürt katledildi, 4500 köy ve 30 ilçe yerledir edildi, camiler, kiliseler, ibadethaneler yıkıldı. Yine Saddam yönetimi özellikle İran savaşı sırasında, başta Basra kenti ve çevresi olmak üzere, Irak genelinde Şii’lere yönelik sistemli baskı ve katliam politikası izlemişti. Soru şu: Saddam Hüseyin ve ekibi neden “Enfal Katliamı” ile diğer katliamların tamından değil de sadece Duceyl davasından idam cezası aldı? Onu yargılayanlar neyi saklıyorlardı? Kuşkusuz soruların cevapları, Ortadoğu’ya yönelik planları hazırlayan ABD’nin devlet arşivlerinin tozlu raflarındadır.
Öte yandan işgal sırasında Ebu Gureyb hapishanesinde tutulan Iraklı esirlere insanlık dışı işkenceler yapıldığı sonraki yıllarda basına yansıdı. George W. Bush yönetimi bu işkencelerin orada bulunan personelin istisnai uygulamaları olduğunu ileri sürdü ise de birkaç yıl sonra ortaya çıkan İşkence Notları, ABD Adalet Bakanlığı tarafından, işgalden önce hazırlanmış olan yabancı tutukluların geliştirilmiş sorgulama tekniklerini işkenceyi içerecek şekilde sorgulanmalarını onaylandığı ortaya çıktı.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, adına Yasemin Devrimi veya Arap Baharı denen yaygın halk protestoları, Mısır, Tunus ve Yemen’de yönetim değişikliğine yol açarken, Cezayir, Ürdün gibi ülkelerde ise birtakım reform düzenlemeleri yapılmasını sağladı. Elbette tüm bu protestolarda halkın ülke yönetimlerine karşı kabaran öfkesi vardı. Zira yıllardır ülkelerin başına çöreklenmiş dikta yönetimlerinin, demokrasi ve insan hakları konularındaki sicil bozukluklarının halkı sokağa döktüğü gerçeği göz ardı edilemez. Ne yazık ki, halkların haklı ve meşru direnişlerini ABD, kendi lehinde kullandı ve kendi adamları olan eskilerin yerine, kendisine bağlılıkta kusur etmeyecek yenilerini koymayı ihmal etmeyerek, bölge hegemonyasını pekiştirdi.
Kuşkusuz BOP’un hedefinde bulunan Libya ve Suriye yönetimleri kolay lokma olmadıkları için, bu ülkeler, dışarıdan kışkırtmalarla iç çatışmalar sürüklendiler. Şubat 2011’de Libya’da başlayan gösteriler kısa sürede çatışmaya dönüştü. Çatışmalar başını ABD’nin çektiği batının emperyalist devletlerine fırsat sundu. Zira Batı, 1969 yılında yaptığı darbe ile Libya’da iktidarı eline alan Muammer El Kaddafi ile sürekli sorun yaşıyordu. Yaşanan bu sorunlardan dolayı Libya, ABD tarafından 1981, 1983 ve 1984’te bombalanmıştı. Çünkü Kaddafi, iktidarı ele geçirdikten sonra, yerel meclisler ile merkezi meclisin belirleyici oldukları, adına Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi dediği bir yönetim biçimini uygulamaya koymuştu. Bu yönetim biçiminin ana hedeflerinden birisi ülkenin zengin petrol kaynaklarını Libya halkı için kullanmaktı. Bunun için yapılan ilk işlerden biri, İngiliz, Fransız ve Amerikan şirketlerinin ellerindeki tesisleri kamulaştırmak ve bu şirketleri ülkeden çıkarmak oldu. Yoksul ve eğitimsiz Libya halkı bu politika sayesinde ciddi gelişme kaydetti. Özellikle kadın hakları konusunda önemli adımlar atan Kaddafi, 16 yaşın altında evliliği yasakladı ve evlilikte tek rızanın kadının kendi rızası olması gerektiği yönünde yasal düzenleme yaptı. Petrol gelirlerini ülkenin imarı için kullandı. Her ailenin sadece bir konut sahibi olması yasasını yürürlüğe koydu. Ailelerin konut sahibi olmalarını sağlamak üzere yatırımlar yaptırdı. Her öğrencinin okuması için karşılıksız devlet bursu sağladı ve öğrencilerin yurtdışı eğitimlerini devlet üstlendi.
Elbette Kaddafi’nin, demokrasi ve insan hakları alanlarında büyük eksiklikleri vardı. Muhaliflere karşı acımasızdı. Ancak Kaddafi’yi Batı'nın hedefi haline getiren, diktatörlüğü ve zalimliği değildi. Zira geçmişten günümüze, başta Arap Coğrafyasındaki krallık, şeyhlik ve emirlikler olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinin diktatörü, Batı tarafından desteklendi, desteklenmeye devam ediyor. Özellikle Ortadoğu’da bulunan bu yönetimler Batı için en güvenilir ve vazgeçilmez müttefiklerdir. Kısacası Libya’ya yönelik saldırının asıl nedeni, ülkenin zengin petrol yataklarının devlet eliyle işletilmesinden duyulan rahatsızlıktı. Zira bu politika nedeniyle batı dünyasının petrol kartelleri, Libya petrollerinden elde edecekleri kârdan mahrumdular.
Yazı serimiz devam edecek. Bir sonraki bölümde buluşuncaya kadar sağlıcakla kalın!