Veli Beysülen


Yeşil Kuşak'tan BOP'a Ortadoğu (4)

.


Bu yazı serisinin geçen hafta yayımlanan üçüncü bölümünün son paragrafında, İran İslam Devrimi'nden rahatsız olan ABD’nin desteğini alan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in 1980 yılında İran’a savaş ilan ettiğini ve 8 yıl süren savaşın taraflar birbirine üstünlük sağlamadan 1988 yılında sona erdiğini yazmıştım. Yine aynı paragrafta, savaş dönüşü Saddam Hüseyin'in İran’a üstünlük sağlayamamış olmanın sorumluluğunu Iraklı Kürtlere yükleyerek, Irak Kürdistan’ına saldırılarını arttırdığını ve 16 Mart 1988 tarihinde, Halepçe’de binlerce Kürdü kimyasal gazlarla katlettiğini yazmıştım. Maalesef medeni dünya, bu katliamı seyretmekle yetindi ve sınırlı tepkilerle geçiştirdi.   Bundan cesaret alan Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, Kuveyt’i gözüne kestirdi ve ABD'nin dolaylı olarak ses çıkarmayacağını ima etmesi üzerine Kuveyt'i işgal etti. Ancak işler Irak’ın beklediği gibi gitmedi. Yani evdeki hesap çarşıya uymadı.  Önceki yaptıklarını seyreden hatta sırtını sıvazlayan ABD, Kuveyt'in işgalinin hemen ardından Irak'la tüm ilişkilerini kopardı ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak üzere uluslararası bir koalisyon oluşturma çalışmalarına başladı. Bu süreçte, Irak'ın sorunun diplomatik yollardan çözümü yönünde kalkıştığı bütün hamleler boşa çıkartıldı.

  İşgalin hemen ardından toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınadı ve bu ülkeden derhal çıkması yönünde karar aldı. Irak’ın işgale son vermemesi üzerine, 29 Kasım 1990 tarihinde tekrar toplanan konsey bu sefer Irak'a Kuveyt’ten çekilmesi için 15 Ocak 1991 tarihine kadar süre verdi ve çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören 678 sayılı kararı kabul etti. Karar ayrıca karara uymaması durumunda, Irak’ın BM kararlarına uymasını sağlamak üzere gerekli her türlü aracın devreye sokulmasını hüküm altına almıştı.  

Kuşkusuz bu karar Irak’la ilgili daha detaylı ajandaya sahip olan ABD'nin istediği karardı. Zira ABD bu kararla bundan sonra atacağı adımlara meşruiyet kazandırmıştı. Şimdi sıra uluslararası bir koalisyon oluşturma çalışmalarına gelmişti. Bu çalışmalar sonucu 37 ülkenin katılımıyla oluşan uluslararası koalisyon, 16 Ocak’ı 17 Ocak'a bağlayan gece yarısı, Irak’a karşı adına “Çöl Fırtınası” dediği geniş çaplı hava saldırısı başlattı. 28 Şubat 1991 tarihine kadar süren hava bombardımanında, ülkenin bütün sivil altyapısı hedef alındı ve Irak adeta yok edildi. Merkezi yönetimin zayıflaması ile birlikte güneydeki Şiiler ile kuzeydeki Kürtlerin ayaklanmaları “İstikrarı bozar” gerekçesi ile yine ABD tarafından engellendi. Kuşkusuz ABD sadece ayaklanmalara karşı çıkmadı. Özellikle Kürtlerin ele geçirilen Irak silahlarına el koymalarına karşı çıktı ve Irak'ın Kürtler ile Şiilere karşı helikopter uçuşlarını sürdürmesini engellemedi. Koalisyon, 24 Şubat'ta kara harekâtı başlattı ve Irak'ı Kuveyt'ten çıkardı.  

İlginç değil mi? Irak halklarını yıllardır zulüm altında tutan ve İran’la 8 yıl savaşırken silah verilerek desteklenen, kendilerinin verdikleri kimyasal gazlarla binlerce Kürt’ü katlederken diktatör olduğu, zalim olduğu dile getirilmeyen Saddam’ın Kuveyt’i işgali, ABD ile müttefiklerini harekete geçirdi ve Irak’a hava saldırısı başlatıldı. Yaklaşık 40 gün Irak kentleri bombalandıktan sonra, kara harekâtı ile Irak Kuveyt’ten çıkarıldı. Kuşkusuz adına Birinci Körfez Savaşı denen bu savaşın başlamasında belirleyici olan, Saddam’ın zalim diktatör, demokrasi, özgürlük düşmanı olması değil, büyük kısmı ABD şirketlerince işletilen Kuveyt’in zengin petrol yataklarıydı.  

Elbette tek hedef Kuveyt’in zengin petrol yataklarını Irak’tan kurtarmak değildi. Zira Irak, Doğu Blok’unun (reel sosyalizm) dağılmasının ardından, ABD’nin dünyaya hâkim olmak için geliştirdiği paradigmaya, Ortadoğu bölgesi açısından engel olarak gördüğü bir devletti. ABD’nin bu paradigması ile ona ulaşmak üzere uyguladığı ve uygulaması muhtemel politikalara bu yazı serisinin son bölümünde detaylı olarak ayrıca değineceğim.

  Irak, Saddam Hüseyin başkanlığındaki Baas yönetiminin bağımsız hareket ettiği, tespit edilmiş 112 Milyar varil petrol rezervi ile Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük petrol rezervine sahip ülke. Kaldı ki yeni teknolojiler kullanılarak yapılacak çalışmalarla bunun çok daha üstünde petrol çıkarılacağı uzmanlarca sürekli dile getirilmektedir. Üstelik Irak bu devasa petrol rezervinin daha çok azını işlemiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda petrolü millileştirmiş, petrol arama, çıkarma ve işleme işlemlerini kendisi yapan bir devlet olduğu düşünüldüğünde, Irak’ın hedef olmasında şaşıracak bir durum yok.     

Körfez Savaşı'nda, koalisyon halinde belirlenen hedef Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak olunca, Irak’ta yönetime dokunulmadı. Irak birtakım yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Petrol ihracı gıdaya ulaşacak şekilde sınırlandırıldı. 

Yenilgiden hemen sonra, Irak’ta halk ayaklanmaları baş gösterdi. Ayaklanmalar ülkenin önemli bir bölümünü sardı. Saddam yönetimi ilk etapta güçlükle karşılaşsa da elinde kalan kuvvetlerle bu ayaklanmaları bastırmayı başardı. Mart 1991'de, Basra ve çevresinde başlayan Şiî ayaklanması Bağdat'a kadar sıçradı ancak iki hafta içinde Irak kuvvetlerince sert biçimde bastırıldı. Şiî ayaklanması tam olarak bastırılmamışken bu sefer de ülkenin kuzeyinde Kürtler ayaklandı. Ayaklanmalara karşı Saddam Hüseyin yönetiminin giriştiği sindirme hareketinin vardığı boyut, daha önce binlercesi kimyasal silahlarla katledilmiş Kürtler arasında paniğe yol açtı ve Türkiye ile İran sınırlarına mülteci akını başladı. İki sınıra yığılan 1,5 milyon Kürt mülteci için Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Huzur Harekatı adlı bir kurtarma harekâtı başlatıldı. Nisan 1991'de, ABD yönetimi, Irak'ta, Kürtlerin bulunduğu bölgede 36. paralelin kuzeyinde karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulundu. Böylece Irak Kürdistan’ı özerk bölge oldu.  

Irak, Kuveyt’ten çıkarılmasının ardından koalisyon devletleri ile yaptığı ateşkes anlamasına ilk zamanlarda uydu. Ancak zamanla, içişlerine müdahale olarak gördüğü yardım programlarına ve Birleşmiş Milletler'in kitle imha silahlarını yok etme yönündeki çalışmalarına karşı çıkmaya başladı. Savaştan yenik çıkan Saddam Hüseyin'in içerideki konumunu yeniden güçlendirmesi dünya kamuoyunda savaşın gerçek sonucu konusunda kuşkular uyandırdı. Kasım 1992'de, George H. W. Bush'un ABD Başkanlık seçimlerini kaybetmesinden sonra, Saddam yönetimi Kuzey Irak'taki durum, ambargo ve ateşkes uygulamasıyla ilgili olarak sertleşmeye yöneldi. Gerginliğin tırmanmasıyla birlikte Şiileri korumak üzere 32. paralelin güneyi de uçuşa yasak bölge ilan edildi.  

Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılması gerginliği düşürmeye yetmedi ve ABD zaman zaman Irak’ı hava bombardımanına tutmaya devam etti. Bu da yetmedi, 2000’li yılların başında ABD ile İngiltere’nin başını çektiği uluslararası koalisyon tarafından Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair yoğun bir propaganda yürütüldü. Acil müdahale edilmezse bu silahların koalisyon ülkeleri başta olmak üzere, birçok ülkenin güvenliğini ciddi şekilde tehdit ettiğini ileri süren bu devletler, 2003 yılının Mart ayında bu ülkeye yönelik işgal hareketi başlattılar. İşgal sonrası ABD ile Iraklı inceleme grupları, Irak'ın kitle imha silahı programını 1991 yılında sonlandırdığını açıkladılar. İşgal için bahaneler üretmeye çalışan bazı Amerikalı görevliler, Saddam Hüseyin'i El-Kaide'ye destek vermekle de suçlamışlardı. Ancak bu iddialar kanıtlanamadı. Nitekim ABD ile birlikte işgalin başını çeken dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair daha sonra yanıltıldıklarını itiraf edecekti. Yine Barack Obama döneminin ABD Dışişleri Bakanı, Irak işgalinin hata olduğunu söyleyecekti.  

Asıl ilginç olan, daha önce Birleşmiş Millerler kararı çerçevesinde geniş bir koalisyonla müdahale yapılırken, ABD’nin kendisinin karar verici olduğu ABD ile İngiltere’nin başka ülkelerin sembolik katılımları ile yetinerek Irak’ı işgal etmeleriydi. Bu daha sonra değineceğim yeni paradigmanın sonucuydu.  

Elbette Saddam Hüseyin bir diktatördü ve insanlığa karşı birçok suç işlemişti. Suçlarının karşılığı evrensel hukukta neyse onu mutlak suretle çekmeliydi. Ancak Irak’ı işgalin zeminini oluşturmak için çaba sarf devletlerin, Saddam yönetiminin Irak halklarına yönelik baskı ve zulümlerini değil, Birleşmiş milletler kürsüsünden olmayan silahları varmış gibi bağıra bağıra söylemeleri, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in içinde beyaz bir toz bulunan şişeyi kürsüde sallayarak, işte Irak’ın Kimyasal silahları diye manipülasyona başvurması, demokrasi, insan hakları ve özgürlük söylemlerinin sadece araç olarak kullanıldığının kanıtıydı. Tüm bu manipülasyon ve çarpıtmalarla, BM’lerde kurulan komisyonun araştırmaları sonuçlanmadan Irak’a saldırı başlatıldı ve çocuk, kadın, yaşlı, genç yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın yerlerinden yurtlarından kopmasına, kentlerin yakılıp yıkılmasına, tarihi ve kültürel zenginliklerin yok edilmesine, doğanın katledilmesine sebep olundu. Kısacası insanlığa karşı suç işlendi.  

Konuyu işlemeye devam edeceğim yazı serimizin bir sonraki bölümde buluşuncaya kadar, hoşça kalın.                                                             

 

 

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.