Bu yazı serisinin yayımlanan ilk iki bölümünde, Afganistan’ın 1978 yılında ordusundaki subayların sosyalist sistemi inşa etmek için yaptıkları darbeye karşı, ABD, NATO ve bölgenin monarşi ile yönetilen İslam devletleri tarafından desteklenen cihatçı gruplar öncülüğünde adım adım şeriata teslim edilmesini anlatmıştım. Bu bölümden itibaren, Afganistan’daki gelişmelerle bağlantılı veya başka yerlerde yazılan planlarla, emperyalizm açısında çıbanbaşı görülen yönetimlerce yönetilen bölgenin diğer ülkelerindeki ayaklanmalar, karışıklıklar ve iç savaşları açıklamaya çalışacağım.
Bu süreçte bölgede ABD’nin istemediği gelişmeler de yaşanıyordu. Bunlardan en önemlisi, 1979 yılında Şah Muhammet Rıza Pehlevi liderliğindeki monarşiden, Ayetullah Humeyni yönetiminde, İslam’ın Şii mezhebinin görüşlerinin hâkim olduğu, İslam hukukunu esas alan İran İslam Cumhuriyet’inin kurulmasıydı. Kuşku yok ki, İran’da yaşanan bu değişimin uzun yıllara dayanan alt yapısı vardı.
Diğer büyük devrimlerde olduğu gibi bu devrime giden yolda da birçok farklı etken vardır. Bunlara vakıf olabilmek için biraz daha eskilere gitmek gerekir. Zira bu sürecin başlamasına yardımcı olan ilk neden, 1960’lı yıllarda şahın adına “Ak Devrim” dediği süreçte İran toplumunun karşı karşıya kaldığı yapısal değişim ve onun yol açtığı sıkıntılar gelmektedir. Bu süreçte kentlerde orta sınıf oluştu ve kırsal alanlardan büyük kentlere göçler başladı. Bu göçlerle birlikte, özellikle kentlerin kenar mahallelerinde yoksul işçilerden önemli bir kitle oluştu. Bu kitle İslam Cumhuriyeti'ne giden devrimin temel sacayağını oluşturdu.
Şii mezhebine mensup mollalar, Şahın Ak Devrimi'ni benimsemediler ve Cumhuriyet için mücadele ettiklerini ileri sürdüler. Bu mollalardan biri olan ve 1963 yılından itibaren Şah'a karşı vaaz vermeye başlayan Ayetullah Humeyni, ilk önce Irak’a sürüldü. Ancak bir sünni olan Irak lideri Saddam Hüseyin, Şii bir mollayı ülkesinde istemedi ve bir süre sonra onu sınır dışı etti. İmam Humeyni önce Türkiye'de Bursa’ya daha sonra da Fransa'ya Paris yakınlarına sürüldü. Bu süreçte İran'da çeşitli gelişmeler yaşanıyordu. Zira Şah İran’ı kendisinin hakimiyetinde modern bir ülke hâline getirmek için çabalıyordu.
1961 yılında komünistler ve dindarların kurdukları iki ittifak şahın aleyhine çalışmalara başladı. Bu dönemde Ak Devrim'in uygulamaya koyduğu liberal ekonomik modelin hızla kentlere göç ettirdiği eğitimsiz, geleneksel dini inançların etkisindeki kitleler süreç içinde mollaların etkisi altına girdiler. Ancak bu kitlenin önemli bir kısmı, zamanla siyasi olarak Şah'a muhalif olan Sovyetler Birliği yanlısı, İran Komünist (TUDEH) Partisi'nin arkasında durmaya başladı. Bu arada iktidardaki Rastakhiz Partisi’nin uyguladığı ekonomik modelle, büyük sermayeye kaynak aktarması ve ülkeye yabancı sermaye çekmesinden dolayı, milyonlarca dolar kârdan mahrum kalan Bazari (esnaf) denen önemli bir kitle de bu cephede yer almaya başladı. 1961 yılından itibaren, inişli çıkışlı devam eden sokak protestoları, kimi zaman emrini kimin verdiği anlaşılamadığı için tarafların birbirlerini suçladıkları kanlı Jale Meydanı Protestosu gibi şiddetle bastırıldı.
1971 yılından itibaren protestoların hızı giderek artmaya başladı. Zira özellikle Üniversite gençliği, dünya gençliği ile paralel olarak Marksizm-sosyalizm ile tanıştı ve çoğunluğu Tudeh Partisi saflarında, şah rejimine karşı düzenlenen protestolara destek verdi. 1979 yılına gelindiğinde yaygın boykot eylemlerinden dolayı Tahran Üniversitesi gibi birçok üniversite ders programını yürütemez olmuştu. Başta Hava kuvvetleri olmak üzere, İran ordusunun çoğunluğu yurtdışında eğitim almış subaylarının önemli bir kısmı devrime sol cepheden destek verdi. Nitekim bu grupta yer alan subaylar, süreçte silah depolarının kapılarını halka açacak ve devrimcilerin silahlanmasını sağlayacaktı.
Görüldüğü gibi devrimin başını çeken aslında TUDEH Partisi ve onun başında bulunduğu sol cephedir. Zira sol cephe özellikle Şah rejiminin 1970'lerde Amerika ile ittifak kurmasına ve halka ait petrol gelirinin silah alımı için kullanmasına karşıydı. Öte yandan molla ekibi ise şahı parayı, dini değerlerin aleyhine çalışmak için turistik harcamalara kullanmakla suçluyordu. İlginçtir ancak zıt kutuplarda yer alan, dünya görüşleri farklı bu iki ekip birbirini destekliyordu.
Tüm bu etkenlerle süren protestolar, 1979 yılında çığırından çıktı ve nihayetinde Şah 16 Ocak 1980 tarihinde Mısır’ın başkenti Kahire'ye gitti. Şahın ülkeyi terk etmesinin ardından Paris’te sürgünde bulunan İmam Humeyni 1 Şubat 1979 tarihinde İran’a döndü. Binlerin havaalanında coşkuyla karşıladığı İmam Humeyni, Tahran’a döndükten sonra yaptığı ilk konuşmada, "Ben hükümet tayin ederim, ben yumrukla mevcut şah hükümetinin ağzına vururum" cümlesiyle güçlü bir İslam Cumhuriyeti oluşturacağının sinyallerini verdi. İktidarda bulunan liberaller ile İslam Cumhuriyeti yanlıları arasında kısa süreliğine iktidar çekişmesi yaşansa da, 11 Şubat 1979 tarihinde, Şah dönemi başbakanı liberal Şapur Bahtiyar istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Humeyni ülkenin tek hâkimi olarak tüm makamlara atama yetkilerini ele geçirdi.
Komünisti, liberali, dincisi pek çok farklı kesimin ortaklaştığı protestolar sonucu Şah’ın ülkeyi terk etmesi ile sonuçlanan devrimi sahiplenen ve Şii İslam’ın tüm yetkileri kendisinde toplayan Humeyni’nin, yaptığı en önemli atama, Şeriat uygulayıcısı olarak İslami Devrim Mahkemesi Başkanlığına eski öğrencilerinden Muhammet Sadık Halhali’yi atamasıydı. 24 Şubat 1979'da yeni kurulan İslami Devrim Mahkemesi Başkanı olarak atanan Halhali, yüzlerce eski hükümet görevlisi hakkında idam kararı verdi. Halhali, mahkemelerde hem savcı hem hakim hem de jüri olarak görev yaptı. Yargılama süreçlerinde sanıkların çoğunun avukatının olmadığı duruşmalarda, sanıklar izin verildiği kadarıyla kendilerini savunmaya çalışsalar da 2 yıl içinde aralarında yüzlerce diplomat, akademisyen ve siyasetçinin de olduğu binlerce kişi, karşı devrimcilik suçlaması ile Halhali’nin verdiği kararlar sonucu idam edildi. Bu sayının sadece 1979 yılında 2000 kişi, toplam sayının ise 8000 kişi olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden İran'da ona Cellat, Yargıç ve Devrimin Kasabı lakapları takılmıştır. Gerçekten Halhali, verdiği idam kararlarına yapılan itirazlara, “Sorun değil, hata yaptıysak cennete giderler” diye cevap verecek kadar acımasızdı.
Elbette bu sonuç, devrime öncülük eden farklı siyasi yapıların beklediği sonuç değildi. Ancak protesto sürecini iyi kullanan İslamcılar süreç içinde güçlenerek, "İslam Devrimi ve Demokrasi" sloganıyla solcu, muhafazakâr, aydın gruplar ile halkı birleştirdiler. Zafere ulaştıktan sonra ise diğer grupları saf dışı bıraktılar. Böylece İran’daki Şah monarşisini İslam’ı monarşiye dönüştürdüler. Binlerce aydın, entelektüel, sosyalist, komünist hatta liberal idam edildi. Devrim Muhafızları ve Ahlak Polisi yapılanmaları ile toplum cendereye alındı. Kadınların hakları ellerinden alındı.
Öte yandan Devrimden sonra sisteme hâkim olan İslamcılar, devlet yönetiminde İslam’ın Şii mezhebinin kurallarını esas aldılar. Bu nedenle İran devleti, bölgede sünni mezhebine mensup ülke yönetimleri ile sürekli sorunlar yaşadı yaşamaya devam ediyor.
Elbette bunda devrim sürecinde Şah’ı destekleyen ABD ile yaşadığı sorunlar, yıllarca ABD Tahran Büyükelçiliğinin işgalinden dolayı tırmanan ABD-İran gerginliğinin de önemli payı vardı. Zira Arap Milliyetçisi Baas yönetiminin iktidarda olduğu Irak, Sünni İslam’ın şer-i esaslarının hâkim olduğu krallık, şeyhlik, beylik gibi nonarşilerle yönetilen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Ürdün ve kısmen Mısır’la sorunlar yaşadı.
Bu rahatsızlığı kullanan ABD, İran’ın güney komşusu Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’i kışkırtarak harekete geçirdi. Batı'nın desteğini de arkasına alan Saddam, 1980 yılında iki ülke arasında yıllardır süren sınır anlaşmazlıklarını bahane ederek İran’a savaş ilan etti. 8 yıl aralıksız süren, 1 milyon insanın ölümüne ve milyarlarca dolar maddi kayba yol açan savaş, taraflar birbirine üstünlük sağlamadan 1988 yılında sona erdi. Savaş dönüşü Saddam Hüseyin, İran’a üstünlük sağlayamamış olmanın sorumluluğunu Iraklı Kürtlere yükledi ve Irak Kürdistan’ına saldırılarını arttırdı. Dünyanın seyirci kaldığı bu saldırılarda Saddam, 1988 yılının 16 Martın’da, Kuzey Irak Kürt bölgesindeki Halep’çe kentine yönelik saldırıda binlerce Kürt’ü kimyasal gazlarla katletti. İlginçtir, dünyanın birçok kentinde demokrasi ve barış güçleri tarafından düzenlenen gösterilerle bu saldırı protesto edilirken, devletlerden gerekli reaksiyon verilmedi.
Yazı serimiz devam edecek, bir sonraki bölümde buluşuncaya kadar, hoşça kalın.