Veli Beysülen

Tarih: 10.10.2024 00:01

Vadedilmiş Topraklar ve Türkiye

Facebook Twitter Linked-in

Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, 1 Ekim 2024 tarihinde başlayan yeni yasama yılının açılışında yaptığı konuşma da İsrail’in Gazze’ye son olarak Lübnan’a yönelik saldırılarına ilişkin değerlendirmeler yaparken, “vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.” dedi.

Erdoğan’ın bunu söyleme amacından bağımsız olarak, baktığımızda bu söylediğine dair ne tarihsel ne de güncel reel politik olarak karşılığı yoktur. O zaman Cumhurbaşkanının bu söyleminin bir amacı olması gerekir. Öyle ya Erdoğan gibi, 22 yıldır ülkeyi yöneten bir lider, dünya siyasetini yakından ilgilendiren böylesine önemli bir konuyu boşuna gündeme taşımış olamaz.

Kuşkusuz Erdoğan’ın konuşmasında dile getirdiği, vadedilmiş topraklar inancının yol açtığı Arap-Yahudi kavgası, tarihin en eski kavgalarındandır. Yahudiler açısından bu kavganın temel nedeni daha çok dini olmakla birlikte, 19. yüzyılda Siyonizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte siyasi ve politik bir davaya dönüşmüştür. Ancak Siyonizm’in hedefi, Yahudilerin Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri, Mısır’dan Fırat Nehrine kadar olan bölgeyi kapsayan Kenan ülkesinin tamamından ziyade Filistin topraklarında bir Yahudi ulus devleti kurmaktı.

Peki Siyonizm nedir ve nasıl ortaya çıktı derseniz? açıklamaya çalışayım. Sanıyorum hatırlayanlarınız vardır. Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e saldırısını gerekçe yapan İsrail’in, Gazze‘ye yönelik topyekûn yok etme saldırısı başlatması üzerine, başka mecrada yayımlanan “Filistin-İsrail Anlaşmazlığının Dünü ve Bugünü” başlıklı 6 bölümlük yazı da konuyu detaylı bir şekil de irdelemiştim. Dolayısıyla, bu yazıda konuyu uzatmadan tarihsel sürece kısaca değinerek, Erdoğan’ın bu konuyu gündeme getirmekle neyi amaçlamış olabileceğine ilişkin değerlendirmeler yapacağım.

Evet, daha önce yayımlanan 6 bölümlük yazı dizisinde detaylıca açıkladığım gibi Yahudiler, Tarih’te kendilerine Yahova (Tanrı) tarafında vadedildiğini iddia ettikleri Kenan ülkesinden sürülen ve dünyaya dağılan bir dinin mensupları olarak, özellikle Hıristiyan ülkelerde karşı karşıya kaldıkları Antisemitizmden (Yahudi milletine karşı duyulan düşmanlık, nefret, ön yargı veya ayrımcılık) korunmak için, 19. Yüzyıl boyunca, özellikle Avrupa’da yoğun çalışmalar içine girdiler. Bu çalışmalar, çerçevesinde bugünkü siyasal Siyonizm’in babası olarak bilinen, Macar asıllı Avusturyalı Yahudi Theodor Herzl’in başını çektiği bir grup aydın, 27 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde, değişik ülkelerden iki yüzü aşkın delegenin katıldığı birinci Siyonist Kongresi’ni topladı. Kongrede Dünya Siyonist Teşkilatı’nın temeli atıldı. Ve birçok karar alındı. Alınan kararların en önemlisi, Yahudilere, tarihte sürüldükleri Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmaları imkanı sağlamak üzere, dünyanın yeniden paylaşımında başı çeken, devletler nezdinde lobi faaliyetleri yürütülmesi kararıydı. Kongre bu faaliyetleri yürütmek üzere yine Hezrl’in başkanlığında birde komite kurdu. Gerek kongre kararları arasında gerekse 1948 yılında kurulan İsrail’in, kuruluşunun temel belgesinde Kenan ülkesinin tamamını kapsayan bir İsrail devleti kurulacağı yoktu. Belgelerin ortak özelliği sınırları Filistin topraklarının bir bölümü ile sınırlı ulus devlet kurulmasıdır. Oysa Siyonizm: geniş anlamıyla Arz-ı Mev’ud (vadedilmiş yer), Yahudileri Filistin’de toplayarak Hz. Süleyman’ın Mabedi’ni Siyonizm’e adını veren Kudüs’ün yanı başındaki Siyon Dağı üzerinde yeniden inşa etme idealidir. Elbette fanatik dinci Yahudiler, Siyon dedikleri Kudüs ve çevresine dönerek, kralları Süleyman tarafından yapılan ilk kutsal mabetleri Beyt-i Makdis’i yeniden inşa etme ve Yahudi ırkını, Nil’den Fırat’a oradan bütün dünyaya hâkim kılarak Tevrat’ın emrini yerine getirme hayalinden hiç vazgeçmediler. Ancak ulus devlet olarak kurulan İsrail Devleti, böyle bir hayalden ziya de çevresine saldırarak, varlığını kabul ettirmenin peşinde.

Kuşkusuz gerek İsrail’in kuruluş aşamasında gerekse sonraki İsrail Arap savaşları sürecinde, bu amacın dışına çıkan ve Filistin topraklarına saldıran fanatik Yahudi örgütleri sürece müdahil oldular. Bu örgütlerin başını çeken, aşırı sağ örgütler, Irgun ve Lehi militanları, toplu katliamlar yaparak, Filistinlilerin yaşadıkları yerleşim yerlerinden ayrılmalarına yol açtılar. Bundan yararlanan İsrail devleti ise onlardan boşalan topraklara Yahudileri yerleştirdi. Evet, İsrail çevresinde ki Arap devletlerine saldırmak suretiyle, yayılmacı bir politika izliyor. Bu İsrail’in Türkiye topraklarına saldıracak kadar ileri gideceği anlamına gelmiyor. Zira İsrail, başta ABD, batının emperyalist devletlerinden aldığı destekle bunları yapmaktadır. Nitekim Siyonist İsrail devletinin fikir babası Theodor Herzl 1896’da yazdığı Yahudi Devleti kitabında, bu devletin misyonunu Batı’nın “ilerleme, uygarlık ve sömürgecilik” ilkeleri ile kültürünü Doğu’ya taşımak olarak tanımlamıştı. O zaman İsrail, bu aşama da emperyalizmin çıkarlarına ters düşecek, adımlar atamaz. Durum böyle olunca da İsrail’in Türkiye’ye saldırarak bindiği dalı kesmesinin akılla mantıkla açıklanacak bir gerekçesi yoktur. Kaldı ki Türkiye, İsrail'in yanıbaşında kendisi için tehdit oluşturan,  Suriye'nin iç savaşa sürüklenerek, parçalanmasında İsrail'in destekçisi batı emperyalizmi ile birlikte hareket etmiş bir devlettir.

Öte yandan, Türkiye emperyalizmin vurucu gücü NATO’nun üyesi olarak, ABD ve ortaklarının bölgesel çıkarları için kolay kolay vazgeçemeyecekleri bir ülkedir. Zira Türkiye Avrupa ile Asya kıtaları arasında köprü görevi gören bir ülke konumundadır. Ve Türkiye batının can düşmanı Rusya’nın komşusu olarak, topraklarında NATO üsleri bulunan, bu üslerden kalkan uçaklar ile gerektiğinde kullanılmak üzere hazır tutulan silahlarla hem Ortadoğu’nun hem de Kuzeyinde ki Rusya’dan başlayarak, Orta Asya ve Çin’i kontrol altında tutabileceği bir ülkedir. Tüm bunlar ortadayken, İsrail’in dini hezeyanla ile hareket edebileceğini belirterek, Türkiye’ye saldıracağını söylemek günün reel politik durumuna uygun değildir. Kaldı ki 1948 yılında kurulan İsrail, seküler bir devlet olarak kuruldu. Yani Yahudilik, tarihsel olarak, dinsel ve etnik bir topluluk olsa da İsrail bir din devleti olarak kurulmadı. Sadece günümüzde dinci, ırkçı fanatik asker-sivil kadrolar tarafından yönetiliyor.

Görüldüğü gibi gerek tarihsel gerçeklik yönünden gerekse günümüz reel politik durumu yönünden, mevcut yönetim anlayışı ile İsrail’in Türkiye için tehdit oluşturması pek olası değil. Kaldı ki bu konjektürel olarak da mümkün değil. Zira iki ülke aynı safta yer alıyorlar. O zaman, 22 yıldır ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanının, Türkiye için  tehlikenin, ülke topraklarında NATO’nun bölgeyi kontrol altında tutma gücüne ev sahipliği yapması olduğunu bilmemesi mümkün değil. Kısacası ülke için asıl tehlike NATO üslerine ev sahipliği yapmanın, yol açtığı risklerdir. Hal böyleyken, bunlar yokmuş gibi, durup dururken, Din Devleti İsrail’in bundan sonra ki hedefi vatan topraklarımızdır demek iç siyasete yönelik olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.

Kuşkusuz deneyimli bir siyasetçi olan Cumhurbaşkanı, bu sözü boşuna söylemiyor. Zira iktidar bloku ülke de ekonomik ve siyasi sıkışmışlık yaşıyor ve anketler eridiğini gösteriyor. Dolayısıyla, iktidarın toplumu etrafında bloke etmeğe yönelik taktiksel adımlar atması gerekiyor. Hazır İsrail, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana sürdürdüğü Gazze saldırısını, Lübnan’a taşıyıp bölgesel bir savaşa evirmeye çalışıyorken, bunu iç siyaseti dizayn etmek için kullanmak bulunmaz bir fırsattır. Kuşku yok ki, Cumhurbaşkanı burada sürekli yaptıklarını bir kez daha yaparak, toplumun din ve vatan hassasiyetlerini kullanmayı ihmal etmiyor. Zira Cumhurbaşkanı, bir yandan İsrail’in dini fanatizmle hareket ettiğini söyleyerek, dikkatleri İslam karşıtlığına çekmeye çalışırken diğer yandan ise İsrail’in, sonra ki hedefi vatan toprağımızdır demek suretiyle, vatana yönelik tehdit var algısı ile toplumu yönlendiriyor ve ülke için bir tehdit bir beka sorunu varmış görüntüsü vermeye çalışıyor.

Hani Türkçe de bir deyim var, “Düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü” diye. Evet, sizce Cumhurbaşkanı bu sözü durup dururken neden söylemiş olabilir. Öyle ya ortada seçimde olmadığına göre Cumhurbaşkanı beka tehdidi algısına neden ihtiyaç duydu? Çok açık ki, Cumhurbaşkanı, yeni bir beka sorunu algısı ile toplumu domine etmeye çalışıyor ve bunu başardığını gördüğü anda ülkeyi seçime götürmenin hazırlıklarını yapıyor.   

Bugün 10 Ekim. 100 bünlerce insanın barış mitingi için toplandığı Ankara Garı önünde, kitlenin içinde kendisini patlatan iki canlı bombanın, 102 barış güvercinini hayattan koparmasının 9.yılı. 10 Ekim katliamında hayatını kaybeden 102 barış güvercinini saygıyla anıyor, hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

İçerde dışarıda savaşa hayır, barış hemen şimdi!

10 Ekim Katliamını Unutmadık, unutturmayacağız!


 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —