Türkiye, TBMM’nin yeni yasama yılına başladığı 1 Ekim 2024 tarihinden bu yana, 40 yılı aşkın süredir devam eden çatışmaların sona erdirilmesi ve Kürt sorunun barışçıl çözümü için başlayan yeni bir süreci yaşıyor. Bu çerçevede 2012-2014 yıllarında sürdürülen çözüm sürecinde, İmralı’da yatan PKK lideri Abdullah Öcalan ile devlet arasında aracılık görevi üstlenmiş olan eski HDP şimdiki DEM Parti milletvekilleri Pervin Buldan ile Sırrı Süreyya Önder bir kez daha aynı görevi üstlendiler. Heyet, İmralı’da Öcalan’la yaptığı görüşmenin ardından Ankara’da bir dizi görüşme yaptıktan sonra, DEM Parti Eşgenel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan’la birlikte bir kez daha İmralı’ya gitti. Heyet, Öcalan’ın örgüte silah bırakması ve kendisini feshetmesi yönündeki çağrı mektubu ile geri döndü. Tüm bu görüşmelerin sürdüğü süreçte, Edirne Kapalı Cezaevi'nde HDP önceki eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş’la görüşen heyet cezaevi çıkışında açıklama yaparken, Sırrı Süreyya Önder, "Barış için yüreğimiz elimizde geziyoruz." demişti. Maalesef bu açıklamanın üzerinden çok fazla zaman geçmeden, Önder’in barış için elinde gezdiği yüreği yorgunluğu kaldıramadı. Geçirdiği ağır kalp krizi sonucu hastaneye kaldırılan ve ameliyat edilen önder, doktorların tüm çabalarına rağmen geri döndürülemedi ve 3 Mayıs 2024 tarihinde hayatını kaybetti. Elbette Önder, “Yüreğimiz elimizde barış için kapı kapı geziyoruz” sözünü durup dururken söylememişti. Zira rahatsızdı ve bir an önce ameliyat olması gerekiyordu. Ancak Önder, barış gibi yüce bir hedefe ulaşılmasını sağlayacağına inandığı görüşmeleri tercih etmiş ve hayatını riske atmıştı.
Kuşku yok ki, barışa hayatını riske atacak kadar inanmış barış elçisi Sırrı Süreyya Önder'in vefatı Türkiye halkları için büyük bir kayıptır. Zira Önder, hoşgörülü, nüktedan kişiliğinin yanı sıra barışa adanmışlığı ile toplumun genelinin gönlünü kazanmış bir kişiydi. Umarım, uğruna hayatını ortaya koyduğu barış süreci sekteye uğramaz ve bu ülke topraklarına barış hakim olur.
4 Nisan 2025 tarihinde bu köşede yayımlanan, “PROTESTO HAKKI ANAYASAL HAKTIR” başlıklı yazımda, 102 yıllık Türkiye Cumhuriyeti devletinin hiçbir zaman tam olarak demokratikleşemediğini, farklılıkların hep tehdit olarak görüldüğünü belirtmiştim. Yazının bir paragrafı aynen şöyleydi: “Evet, 102 yıllık Türkiye Cumhuriyeti devleti, demokrasi ve hukuku tam olarak uygulamış bir ülke değildir. Devletin yönetimine hâkim zihniyetin biri ebedi diğeri ise dönemsel olarak değişen iki kategoride ötekisi hep vardı. Varlığı hep devam eden bu iki öteki kategorisinin birincisi, 1950’li yıllara kadar ülkede yaşayan etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar iken, 1950’li yıllardan sonra bunlara, gelişen sanayiye paralel olarak varlığını hissettirmeye başlayan işçi sınıfı mücadelesinin başını çeken sosyalist sol partiler ile sınıf sendikacılığı eklendi. Bu ebedi ötekinin demokratik hak talepleri sistem tarafından hep tehdit olarak görüldü ve baskı altına alındılar. Dönemsel öteki ise; sistem içinde o an için iktidarda bulanan parti veya partilerin karşısında bulunan sistem içi parti veya partilerdir.”
Yaşadığımız ülke Türkiye, 23 yıldır ülkeyi yöneten, başarı hikayesi olmayan, ülke nüfusunun emekçi çoğunluğunu sefalete sürüklemiş olan iktidarın uyguladığı ekonomik ve sosyal politikaların olumsuz sonuçları konuşulmasın diye karşısında yer alan muhalefeti dönemsel öteki olarak topluma kabul ettirmeye çalıştığı süreci yaşıyor. Son birkaç aydır iktidar bu yönde ciddi adımlar atıyor. Şimdi hedefte iki dönemsel öteki CHP ve onun cumhurbaşkanı adayı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur. Kısacası Türkiye toplumu, yargıyı siyaseti dizayn etme aracı olarak kullanan iktidarın, 4 Nisan tarihli yazımdan yukarıya aldığım paragrafında belirttiğim dönemsel ötekisi ile oyalanıyor. İktidar, bununla bir yandan ülkenin gerçek gündeminin tartışılmasının önünü keserken diğer yandan erken veya zamanında yapılacak seçimlerde iktidarını sürdürmeyi hedefliyor.
Asıl ilginç olan ise; Kürt sorununun barışçıl çözümü için çalışmalar yaptığını söyleyen ve örgüt kendini bir an önce feshetsin diye bastıran iktidar, Kürtlerin kent yönetimlerine katılmalarını sağladı diye muhalefeti terörle iş birliği yapmakla suçluyor. Zira İmamoğlu ile kurmayları hakkında yargıda süren iki soruşturmadan biri, 31 Mart 2024 yerel seçimleri sürecinde özellikle DEM parti tarafından gündeme getirilen “Kent Uzlaşısı” üzerinden süren soruşturmadır. Kısacası iktidar, 31 Mart 2024 seçimlerinde birinci parti olan CHP’yi kriminalize etmek üzere, ülkenin batı kentlerinde yaşayan Kürtlerin seçilme haklarını kullanmalarını soruşturma konusu yapıyor.
Halbuki Kürt sorununun çözümü projesi, aynı zamanda bu ülkede gerçek bir demokrasinin kurumsallaşması ve evrensel hukuk kurallarının hakim olmasının projesi olmak zorundadır. Zira demokrasinin olmadığı yerde eşit yurttaşlığı esas alan gerçek barıştan söz etmek olası değildir. Dolayısıyla iktidarın yapması gereken şey, toplumun tamamının haklarını güvence altına alan düzenlemeleri bir an önce hayata geçirmektir. Bu yapılmadığı ve demokratik bir ortamda yurttaşların hakları güvence altına alınmadığı sürece, ülke sadece demokrasi ve hukuk yönünden değil, ekonomik olarak da kaybediyor.
Nitekim İmamoğlu’nun diplomasının iptalinden itibaren, devam eden gözaltılar, tutuklamalar, bunların protesto edilmeleri, muhalefetin iktidarı destekleyen yandaş sermaye ile medyaya yönelik boykotları, ülkede pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik ve sosyal istikrarı tamamen yok etti. Bunun sonucu olan siyasi istikrarsızlık ve belirsizlik ekonomide riskler ortaya çıkardı ve dövizde dalgalanmaya yol açtı. Bu dalgalanmanın önüne geçmek ve dövizi kontrol altında tutmak için Merkez Bankası, yaklaşık 50 milyar dolar rezervi piyasaya müdahalede kullanmak zorunda kaldı. Bir başka deyişle; savaş, doğal afet, salgın hastalık gibi olağanüstü hallerde, bu ülke insanlarının günlük hayatlarını idame ettirmelerini sağlamak üzere kullanılması gereken bu ülkenin yaklaşık 50 milyar dolar parası, iktidarın muhalefetin cumhurbaşkanı adayını bertaraf etme hedefi için harcandı.
Elbette bir suç şüphesi soruşturuluyorsa bu evrensel hukuk kuralları çerçevesinde yapılmalıdır. Ancak milyonlarca seçmenin oyuyla kentin belediye başkanlığına seçilmiş, adresi, görev yeri belli, partisinin düzenlediği ön seçimde 15 milyon insanın adaylığını onayladığı, çağırıldığı takdirde ifade verecek olan ana muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayının, sabahın köründe evinden gözaltına alınması, en azından masumiyet karinesi bakımından hukuksuzluktur. Kuşku yok ki bu hukuksuzluk, siyasi gerginliği arttıracak, istikrarsızlığa yol açacak ve beraberinde ekonomik sıkıntılar getirecektir. Tüm bunları görmezden gelmek ve soyut iddialarla süren bir soruşturmanın gerekçe yapılmasının ve yargının siyasete müdahale etmesinin sonucu olan ağır fatura, ülkenin yoksul insanlarına çıkacaktır.
Kuşkusuz soruşturma siyasi müdahalelerden uzak hukuk çerçevesinde yürütülmüş olsaydı, Merkez Bankası bu ülkenin emeklisi, çalışanı, öğrencisi için kullanacağı 50 milyar dolar rezervini piyasaya müdahale için kullanmak zorunda kalmayacaktı. Ne diyor Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: “Rezervler harcanmak için biriktirilir.” İyi de Bakan Bey, rezervler iktidarın rakip siyaseti ve siyasetçiyi siyaset sahasının dışına atmak için kullanılmak üzere biriktirilmez. Ülke insanının sıkıntılarını gidermek ve olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere harcanır.
Bakan Bey, gelin harcanmak içindir dediğiniz 50 milyar doları, kaynak yok diye aylıklarını yeterince arttırmadığınız bu ülkenin 17 milyon emeklisine vermiş olsaydınız, açlık sınırının hatta asgari ücretin altındaki aylıkları ne kadar olurdu hesaplayalım. Evet Bakan Bey, siyasi hedefleriniz için kullandığınız 50 milyar dolar, bugünkü kur üzerinden yaklaşık 1 trilyon 932 milyar lira yapıyor. Bu para emekli başı 113 bin lira ediyor. Bu parayı emekliye yıllık olarak verseniz, aylık 9.470 lira yapıyor. Bir başka deyişle bugün 14.469 lira olan en düşük emekli aylığını 23.939 lira yani yuvarlak olarak 24.000 liraya çıkarabilirdiniz. Hani kaynak yok diyorsunuz ya, alın size kaynak.
Maalesef bu ülkede ötekiler hep oldu. Zira bu ötekiler o an için ülkeyi yöneten iktidarın siyasi hedefine ulaşmasının aracı olarak kullanıldı. Ve maalesef bu kullanım, toplumun emekçi kesimlerinin yoksullaşmasına ve ekmeğinin küçülmesine yol açıyor. Kısacası ülkeyi yönetenlerin siyasi hırsı yoksulluğun nedeni.