"Terörsüz Türkiye hedefinin hayat bulması isteniyorsa, İmralı'ya gidilmesine ayak sürümenin hiçbir manası yok. Alırım yanıma 3 arkadaşımı İmralı'ya gitmekten imtina etmem." Bu sözler, 1 Ekim 2004 tarihinden bu yana iktidar bloku olarak kendilerinin adına “Terörsüz Türkiye” dedikleri çözüm sürecinin mimarlığını üstlenmiş olan, iktidar bloku ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye ait. 18 Kasım 2025 tarihinde partisinin grup toplantısında konuşan Bahçeli'nin TBMM çatısı altında kurulan ve 05.08.2025 tarihinde çalışmalarına başlayan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” İmralı’ya gitsin mi gitmesin mi tartışmalarının sürdüğü süreçte yaptığı bu çıkış, Türkiye siyasetinde alışılmışın ötesinde stratejik önemi yüksek bir hamledir. Nitekim Bahçeli'nin konuşmasının devamında, "Terörü siyasi nema olarak kullanan, sözde vatansever ve milletsever pozlar veren fesat ve nifak yuvaları Allah’ın izniyle çöküp gidecektir.” cümlesi ile ”Bir devlet politikası haline gelen terörsüz Türkiye hedefini baltalamak için devreye giren, iyi kisvesiyle dalavereye heves eden siyasi devşirmelerin, devlet-millet kenetlenmesini anlayacak kadar akli ve fikri seviyeleri elbette yoktur.” şeklindeki açıklaması sürecin önemini ortaya koymaktadır.
Bahçeli’nin konuşmasında altını çizdiği bu iki husus oldukça önemli. Özellikle terörü siyasi nema olarak kullananlara dair söyledikleri düşündürücü. Düşündürücü çünkü MHP geçmişte bırak PKK’yi muhatap almayı, Kürt siyasi hareketinin TBMM’deki temsilcisi legal siyasi partilere karşı aldığı sert tutumla bilinen bir siyasi gelenek, Bahçeli ise onun başını çeken siyasi liderdir. Dolayısıyla Bahçeli’deki bu değişimin şifrelerini okumakta yarar var. Bahçeli’nin, sürecin bir devlet politikası haline geldiğinin altını çizmesi, kendisinin aslında devlet politikasının sözcülüğünü yaptığını ilan etmesidir.
Elbette Bahçeli’nin bu çıkışı devam eden sürecin kendi inisiyatifiyle başlattığı bir süreç olmanın çok ötesinde, sahadaki gerçekliğin dayatması ile devlet aklınca planlandığını ve uygulanmaya çalışıldığını gösteriyor. O zaman Bahçeli’nin, bu açıklama ile baştan beri ayak süren ve zikzaklı bir politika izleyen ortağı AKP’ye mesaj verdiğini düşünmek gerekir. Zira TBMM çatısı altında kurulan ve 5 Ağustos’tan bu yana yaklaşık 3,5 aydır çalışmalarını sürdüren komisyon, dinlemelerle zaman geçirmenin ötesine geçmiş değil. Komisyon özellikle son bir aydır adeta dar alanda top çevirmekle meşgul. Bu nedenle pratik adımlar atılamıyor. İmralı ile hükümet hatta devlet arasında aracılık rolü üstlenmiş olan DEM Parti İmralı Heyeti ile parti yönetimi komisyonun tamamı değilse de içinden seçilecek bir heyetin Öcalan’la görüşmek üzere İmralı’ya gitmesi gerektiğini ısrarla dile getiriyorlar. Nitekim Bahçeli’nin çıkışından sonra aynı gün akşam saatlerinde, önceden yapılacağı açıklanmış toplantısını yapan Komisyon, 21 Kasım 2025 Cuma günü yapacağı toplantıda İmralı’ya gitme konusunda oylama yapma kararı aldığını açıkladı.
Kuşku yok ki, silahın tamamen devre dışı kalması ve Kürt sorununun demokratik çözümü için atılması gereken adımların atmayarak sürecin soğutulmaya bırakılmasını, Türkiye ve bölge barışını tehlikeye atmaktan ve daha fazla kaos yaşanmasına yol açmaktan başka sonucu olamaz.
Tüm bunlar düşünüldüğünde, tarihsel olarak Kürt karşıtlığında en katı tavra sahip MHP’nin ve lideri Bahçeli’nin bugün izlediği politikanın stratejik mantığını anlamak mümkündür. Oysa Devlet Bahçeli ile temsil ettiği siyasetin, yıllardır süren çatışmanın çözümünü güvenlikçi, inkâr ve imha politikalarına havale eden, Kürt halkının en temel haklarının tanınmasını reddeden tavrını terk etmesi, bölgedeki gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçtur. Kuşkusuz MHP’nin gösterdiği bu esneklik, ideolojik bir sapma değil; özellikle Suriye merkezli bölgesel gelişmeler, ABD’nin dolayısıyla İsrail’in bölgede artan nüfuzu, İran’a yönelik politikalar sonucu Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarını gözeten bir pozisyon alma kaygısıdır. Bir başka deyişle, Bahçeli’nin yeni politikasının rotasını belirleyen ya da bu yeni politik pozisyonunun altında yatan asıl neden, başta ABD olmak üzere uluslararası güç merkezlerinin gün geçtikçe sertleşen bölge hesaplarını okunması yatıyor. Kuşku yok ki, bölgeyi kontrol altında tutacak politikaları kesintisiz hayata geçirmeye çalışan ve bunun için bölge ülkelerinde iç ve dış çatışmalar ile savaşları kışkırtan emperyalist dış aktörlerin Türkiye’yi köşeye sıkıştıracakları alan Kürt meselesidir. Dolayısıyla çatışmalı ortam olası bir müdahaleye zemin hazırlıyor.
O zaman Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı devlet aklı, Türkiye’nin Orta Doğu’nun kırılgan jeopolitiğinde, kronikleşmiş bir Kürt sorunuyla yol almasının ve ayakta kalmasının mümkün olmadığını görüyor ve çatışmaya son verecek adımlar atmanın zorunluluğu ile hareket ediyor diyebiliriz. Kısacası Bahçeli’nin attığı adım, Kürt sevgisinden değil, devlet aklının Türkiye’yi dışarıda ve içeride daha sağlam bir pozisyona çekme gereğinden hareketle çözüm için adım atmasıdır.
Elbette Türkiye veya bölge açısından yaklaşmakta olan tehdidi tek taraflı olarak devlet aklı görmüyor. Kürt siyasetinin silahlı kanadı ile legal siyasi kanadı da çatışmaların Türkiye ve bölge halklarını içinden çıkılamayacak kaosa sürüklediğini görüyor ve daha büyük acıların yaşanmaması için çatışmanın sona ermesi gerektiğini görerek adımlar atıyor. Nitekim PKK lideri Abdullah Öcalan, 27 Şubat 2025 tarihinde örgüte yaptığı silah bırakma ve kendisini feshetme çağrısında; dünya konjonktürüne dikkat çekiyor. Elbette Öcalan, sadece dünya konjonktürüne dikkat çekmiyor. Açıklamanın PKK’nin ortaya çıktığı sürece dikkat çeken, "PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları, Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur.” tespiti ile günümüzde Türkiye’sinin bazı tabuları aştığına dair, “ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır” yönündeki tespiti PKK’nin ortaya çıkış sürecindeki iç ve dış nedenler ile günümüzde gelinen aşamayı ortaya koyuyor.
Bahçeli’nin çıkışları ile dolaylı uyarılarını, Erdoğan ile partisinin süreci kendi ajandası için kullanma taktiklerini mümkün olduğunca minimize etme taktiği olarak okumak gerekir. Bundan hareketle, “Gerekirse tek başına giderim” ifadesini sıradan bir sertlik olarak görmek bizi doğruya götürmez. Zira Bahçeli’nin bu çıkışı; ortağı ile varsa devlet içinde çözüm sürecine karşı çıkanları baskı altına almak için verilmiş en net mesajdır. Bu mesaj, başta kendi tabanı, toplum geneli ile ortağına sürecin sınırlarını net şekilde anlatmaktadır.
Kuşkusuz Bahçeli’nin bu çabasına rağmen, ortağı AKP’nin gerek Kürt sorununun çözümüne dair kendi ajandasını dayatması gerekse ana muhalefet partisi CHP’yi kriminalize etmek üzere partiye yönelik sürdürdüğü çok yönlü yargı operasyonları sürecin samimiyetine dair tartışma ve endişelere yol açıyor. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ile Anayasa Mahkemesinin (AYM), siyasi tutsaklar hakkında verdikleri hak ihlalleri ve derhal serbest bırakılmaları yönündeki kararlarının uygulamaması, sürecin demokrasiye evirileceğine dair inancı yok etmektedir. Zira AİHM’nin HDP'nin önceki eş genel başkanları Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve Kobani kumpas davası sanığı partinin diğer yöneticileri hakkında verdiği kesinleşmiş hak ihlâli ile serbest bırakılmaları kararı uygulanmış değil. Bu kararın uygulanması hususunda topun yargıya atılması ve Cumhurbaşkanının, “Bu ülke yargı devletidir, yargı ne karar verirse bizde ona uyarız” demesi, Türkiye’nin evrensel hukuk kurallarından uzaklaştığının göstergesidir. Yine Gezi yargılamasında hukuksuz bir şekilde mahkûm olan İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay ile Tayfun Karaman’ın AYM kararlarına rağmen serbest bırakılmamaları, üst yargı organlarının kararlarına uyması zorunlu olan alt yargının bu zorunluluğa uymamasıdır. Yani anayasa yargı eliyle açıkça ihlal ediliyor.
Tüm bunlar ortada duruyorken, Bahçeli’nin sorunu demokrasi ve hukuktan ayırarak sadece güvenlik boyutuna indirgeyen tutumu, devlet aklının ülkenin gerçek anlamda demokratikleşmesi gerektiği noktasından uzak olduğunu gösteriyor. Nitekim Bahçeli konuşmasında CHP’ye ve onun Cumhurbaşkanı adayı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik ithamlarda bulunarak, AKP’nin CHP’ye yönelik kriminalize etme politikasına destek verdi. Öte yandan Bahçeli’nin bu konuşmasında, CHP’nin yargılamaların TV'lerde canlı yayınlanması yönündeki talebine destek vermesi ayrıca değerlendirilmelidir. Kısa ve öz; Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı devlet aklının Kürt sorununun çözümüne dair yaklaşımı Kürt sevgisinden değil, konjonktürün dayatmasının sonucudur!
