Komplo teorilerinin dünyamızı karmaşık ve belirsiz hale getirdiği çağımız sorunlarının başında toplumsal güven geliyor. Zira güven yok olduğu için insanlar artık her şeye kuşkuyla bakıyorlar. Özellikle komplo teorilerinin yol açtığı travmatik bir durum söz konusu. Bu teorilere inanmanın yol açtığı güven düşüklüğü, insanları makul şüphe sınırlarını aşmaya itiyor. Şüphe sınırlarının aşılması ise denge kaybına yol açıyor ve sağlıklı düşünmeyi engelliyor. Zira herkesin ve her şeyin kendisine, yaşadığı ülkeye, mensubu olduğu milliyete ve dine karşı şeytani planlar olduğunu düşünmesinin yol açtığı belirsizlikle yaşaması çok ağır bir yüktür.
Evet, insanları sürekli kaygı içinde yaşamaya iten, biri kişi olarak kendisi için duyduğu bireysel kaygı diğeri ise yaşadığı ülke için duyduğu genel kaygı zihnini sürekli meşgul eder. Kuşku yok ki, bireysel kaygının kaynağı çalışma hayatında, yaşadığı çevrede ve daha daraltılmış biçimde aile içinde kıskanıldığına dair kafasında geliştirdiği komplo teorilerindedir. Yaşadığı ülkeye dair kaygı ise bireyi aşan; toplumun genelini etkisi altına alan, mensubiyetinin üstünlüğünü çekemeyenlerin saldırabilecekleri kaygısıdır.
Ben bu yazıda bu kaygı türlerinden bireysel olanına çok girmeyeceğim. Zira bu konu, psikolojik ruh halini ilgilendiren ve bilimsel olarak ele alınması gereken bir konudur. Dolayısıyla uzmanı olmadığım bir konuyu irdelemeye çalışmam en hafif deyimiyle bilime saygısızlık olur. Dolasıyla ben yazımda daha ziyade sistemin ve onun devamının aracı olan devletlerin, insanları sürükledikleri kaygılar ve bu kaygılardan elde ettiklerini ele almaya çalışacağım.
Evet, insanlık toplu yaşamaya ve devlet yapılanmasına geçtiğinden günümüze, yönetim şekline bakılmaksızın her devletin en temel özelliklerinden biri, komplo teorileri ile yönetimi altındaki toplumu sürekli teyakkuzda tutmaktır. Zira devlet, sürekliliğini sağlayabilmesinin yolunun yurttaşlarını, düşmanlarının tehdidi altında olduğuna ve kendisini yok etmeyi hedefleyen düşmanların, bu hedeflerine ulaşmalarının önüne geçmek için her yurttaşının gerekirse ölmeye hazır olması gerektiğini düşünmesinden geçtiğini bilir.
Ekonominin toprak ve hayvancılığa dayalı olduğu feodal dönemde, yani devletin ilk yapılanmasında hedef daha çok toprağa sahip olmaktı. Bunun için savaşlar yapılır, topraklar fethedilir, imparatorluklar kurulurdu.
Kapitalist sistemin ortaya çıkmasından itibaren, sistem açısından kontrolü güç geniş imparatorlukların yerini daha küçük ölçekli ulus devletler aldı. Zira sistem bu tür yapılanma ile toplumları kontrol altında tutabileceğini düşünüyordu. Yeni devlet yapılanması ile birlikte, toplumların önemine inandırıldığı vatan, bayrak, milliyet, din gibi genel ve her toplumun kendine özgü farklı birçok simge ve sembol, vazgeçilmezleri olarak sürekli kafalarına kazındı. Böylece her ulus devletin varlığını sürdürmesinin doneleri kendisine sağlanmış oldu. Kuşkusuz tüm bunlar, her ulusal devletin kendi yönetimi altında bulunan insanları kontrol etmesinin araçlarıydı. Zira bu değerler, toplumun gerekirse uğruna seve seve ölüme gideceği değerlerdi. Önce her ulusal devlet, yönetimi altındaki toplumu, kendisinin sahip olduğu değerlerin diğer devletlerinkinden üstün olduğuna inandırdı ve onlara kutsallık atfetti.
İşte tam bu noktadan itibaren, feodal devlette yukarıda bulunan imparator, padişah, sultan veya ailenin saldırı altında olduğu, onun korunmasının devletin devamı için hayati önemde olduğu yönündeki temel inanç ulusal devlet özeline indirgendi. Böylece devletlerde yüzyıllardır süre gelen komplo teorileri geleneği güçlenerek devam etti ve her ulusal devlet varlığını yönetimi altındaki toplumu sürekli teyakkuzda tutarak sürdürdü.
Elbette bunu sadece devletler yapmıyor. Özellikle ikinci büyük emperyalist paylaşım savaşından sonra, kapitalist sistemin iki sınıfından birinin yönetimde olduğu, iki ayrı yönetim biçiminin hakim olduğu yeni dünyada emperyalist ABD’nin başını çektiği sözde özgürlükçü burjuva demokrasisi ile yönetilen emperyalist batı devletlerinin, işçi sınıfının yeryüzündeki ilk iktidarı Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği (SSCB) ile müttefiklerini tehdit göstererek kurduğu saldırı örgütü Kuzey Atlantik Paktı (NATO), gerek üye ülkelerde gerekse dünya genelinde bu alanda önemli faaliyetler yürüttü, yürütmeye devam ediyor.
Tüm bunlar, kapitalist sistemde toplumları komplo teorileri ile endişeye sevk eden ve kontrol altında tutan ikili bir yapı olduğunu gösteriyor. Zira hem devletler hem de emperyal amaçlara ulaşmak için oluşturulan birlikler, varlıkları ve devamlılıkları için buna muhtaçtırlar. Bu, devletlerin kuruluş felsefesidir. Başka türlü, yönettikleri toplumu kendilerine bağımlı hale getirmeleri ve izlediği politikaları onlara kabul ettirmeleri olanaksızdır. Devlet, bunu genelde kurumsal yapılarında üretir ve piyasaya servis eder. Bu kurumsal yapıların görünenleri, istihbarat, ordu ve güvenlik birimleridir. Elbette görünen bu kurumsal yapıların yanı sıra, devletlerde gizli yapılanmalar olduğu ve bunların devletin temel politikasına yön verdiği bilinen bir gerçektir.
Kuşkusuz devletlerin kurumsal yapıları ile bu yapılarda görev yapanların dışında devleti yöneten iktidarlar da, ihtiyaç duyduklarında komplo teorileri üretmekte ve bunlarla toplumu yönlendirmektedirler. Tüm bunlar, hemen her yönetim sisteminde başvurulan temel politikalardır. Gerek devletin kurumsal yapısı gerekse iktidar sahiplerinin düşman konseptinde sadece ülkeye saldıracak dış düşmanlar yok. Onlara göre dış düşmanlardan daha tehlikeli olan iç düşmanlardır. Üstelik de bu iç düşmanlar, dış düşmanların ülke içinde ki işbirlikçileridir. Dolayısıyla asıl bertaraf edilmesi gereken bu düşmanlardır.
Burada topluma gösterilen potansiyel tehlike, etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar ile burjuva iktidarının alternatifi işçi sınıfı iktidarının mücadelesini veren sol ideolojidir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda dünya genelini saran antikapitalist, antiemperyalist ideolojik dalgaya karşı, emperyalist batının toplumları komünizm tehlikesine inandırması sonucu reel sosyalizm geri çekildi. Reel sosyalizmin geri çekilmesi ile rahatlayan emperyalizm, yeni döneme uygun politik konsept belirledi. Bu konsept, başta Ortadoğu olmak üzere, yakın Asya ve Kafkasya gibi, dünya genelinde birçok farklılığın iç içe geçtiği karışıklığın eksik olmadığı bölgelerdeki, etnik, dini ve mezhepsel farklılıkları çatıştırmak üzerine idi. Zira bu bölgeler aynı zamanda enerji kaynaklarının olduğu bölgelerdi. Elbette tek neden enerji kaynakları değildi. Bu bölgeler aynı zamanda, dağılmış olan SSCB’nin mirası üzerinde yükselmekte olan Rusya ile ekonomik mucize gerçekleştirerek dünya piyasalarına hakim olma yolunda ilerleyen Çin Halk Cumhuriyetinin burunlarının dibindeydiler. Emperyalizm, bölgede bulunan birçok ülkede yönetimlerin devamlıklarının teminatı olarak gördükleri ve yıllardır uyguladıkları politikalarla düşmanlaştırdıkları farklılıkları kullandı ve çatışmaları körükledi. Bir başka deyişle, düşman kardeşler, emperyalizmin yeni yayılma biçiminin zemini olarak kullanıldı. Zira sistem tarafından uzun yıllardır uygulanan ebedi ve ezeli düşman politikası, sadece etnik ve dini farklılıklar arası güveni sarsmakla kalmadı bireyler arası güveni yok etti. Güvensizlik o kadar büyük boyutlara ulaşmış bulunuyor ki artık her birey kendini yalnız hissediyor.
En ilginç olanı komplo teorilerinin doğurduğu sonuçlardır. Örneğin; Türkiye’de yaygın olan çoğu komplo teorisi bireylerin siyasal tercihlerini etkilemede önemli bir yere sahip. Kuşku yok ki, bu etkileme en çok popülist ve pragmatist siyasetçiler ile onların başında bulundukları siyasi yapılara yaramaktadır.
Akademik araştırmalar, komplo teorilerinin çağdaş demokrasilerde yaygın olduğunu ve özellikle savaşlar, terör saldırıları veya pandemiler gibi kriz dönemlerinde, yönetimde başarı olamamış mevcut yönetenlerin ürettikleri komplo teorilerine inanan çoğunluğun, kendilerini bu tehlikelerden koruyacağı vaadinde bulunan aynı siyasi anlayışlara sığındıklarını ortaya koyuyor.
Tüm bunlar, yapılması gerekenin sistemin insanları birbirinden uzaklaştıran propaganda çarkını kıracak tedbirler geliştirmek ve insanlar arası güveni tesis etmek olduğunu gösteriyor. Buna giden yolun başlangıcında komplo teorilerini hepten yok saymadan onlara teslim olmamak var. Arkasından güvensizliğin, sistemik adaletsizlikler, ekonomik kriz, salgın ve savaşlar neticesinde yükseldiğinin farkında olarak, komplo teorilerinin zararlarını kutuplaşmayı daha çok derinleştirmeden konuşabilmeyi becermek gelir. Ve de en önemlisi empati yapabilmeyi öğrenerek, insanlara kendisine yapılmasını istemediğinin başkasına yapılmamasına karşı çıkması gerektiğinin kavratılması, güvene giden yolun kilometre taşlarıdır.