Aşina olduğumuz bir tını gibi değil mi başlık? Hani şu yan yana gelmesi yasak olan üç kelime gibi. Oysa düşünmemizi ve hafızamızı zorlamamızı, şemalandırmamızı da yasaklayamazlar değil mi? Fark ettiyseniz üçlemenin son ayağı ‘’özgürlük’’ yerine ‘’sorumluluk’’ halini aldı bu başlıkta. Zira özgür olmak için o özgürlüğün sorumluluğunu da almak zorundayız.
Frankl; İnsanın Anlam Arayışı (Man's Search for Meaning) adlı kitabında şöyle diyor:
‘’Ancak özgürlük son söz değildir. Özgürlük, hikâyenin sadece bir kısmı ve gerçeğin yarısıdır. Özgürlük, olumlu yönü sorumluluk olan tüm olgunun yalnızca olumsuz yönüdür. Aslında özgürlük, sorumluluk bilinciyle yaşanmadığı takdirde salt keyfiliğe dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle, Doğu Yakası'ndaki Özgürlük Heykeli'nin Batı Yakası'na bir Sorumluluk Heykeli ile desteklenmesini öneriyorum.‘’
Ben de bu şehrin her köşesine gözle görünmez ama vicdanla görünür sorumluluk heykelleri dikmeyi düşlüyorum. Hastane, adliye, taziye evleri girişlerine; bazı türkülerin tınılarına, bazı soğuk odalara, pişen helva kokularına, keskin alkol ve serumlara ve daha onlarcasına. Sağa sola koşuşturan insanlar, günlerdir aynı kıyafet içerisinde elde telefon, kulağın beklediği bir haber, bir umut kırıntısı. Yorgun doktorlar ve doktorlardan daha da yorgun küçük bedenler ile geçen bir serüven. Hayır, bir filmi ya da savaş sahnesini anlatmıyorum. Hayır, kimse esir tutulmuyor ya da popüler acılardan bahsetmiyorum. Mutluluğun değil de çaresizliğin resmini çizebilir miyiz acaba? Ödüller bile alırız bu bağlamda. Zira bu ülke her şeyi bize sunmadan önce çaresizlik poşetine koyup sunuyor. Poşetin ücretini de faturaya yansıtıyor.
Ben normalde kandan bahsederim bu satırlarda. Adli psikolojiden, bazen politik süreçlerin bize yansımasından bazen de bir halk olarak mutsuz olmamızdan vesaire. ‘’Ah güzel Ahmet Ağ’bim benim, insan yaşadığı yere benzer.’’ Bugün kan almak yerine kan vermekten bahsedeceğim. İlk kez ölüm yerine yaşamı filizlendirmeye çalışacağım. Başarılı olur muyum bilemem ama belki üç beş kişinin zihnine taş atarım. Taş attığım için hakkımda işlem başlatmazsanız memnun olurum. Zira bazı yerlere savunma yazmaktan ya da ‘’aslında bu cümle şu anlama da gelebilir’’ diye kendimi ifade etmekten (ki ifadesi alınırken mecbur kalıyor insan kendini ifade etmeye) yoruldum.
Şehrimiz artık bir şehir olmaktan çıktı. Adeta bir bölge temsilcisi haline geldi. Politik bir söylemin dışında anlayın lütfen. İlçelerin ve çevre şehirlerin yükü ile abartısız beş milyonun üzerinde insana hizmet sağlayan kurumlar var. Ne olsa Diyarbakır’a sevk çıkarılıyor. Diyarbakır’ın da taşı toprağı altın. Daha da altın olan bir şeyi var ki o da artık kan galiba. Bu cümle ile birlikte bazı şeyleri daha açık konuşmamız gerekir diye düşünüyorum. Zira bazı küçük bedenler var. Aylarca aynı yatakta yatmak zorunda olan küçük bedenler. Kuru kuru üzülmenin yetmediği, bir şeyler yapmak zorunda hissedeceğimiz küçük bedenler.
Şehrin yükü kendini kan ihtiyacında açığa çıkarıyor. Ameliyat ve acil müdahale gerektiren hastaların çoğu zaten hastaneye kalabalık şekilde (güçleri ölçüsünde) giriş yapıyor. Ancak rutin halde tedavisi süregelen ve aynı rutinlikte de kan ihtiyacı olan aileler var. Bugün kan verdik evet, yarın yine lazım. Yarın için de bulduk evet, sonraki gün ne yapacağız? Bölge halkının Kızılay’a evvelinden tepkili olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Bu tepkiye bir de deprem sonrasındaki kepazelik de eklenince insanlar tüm kan alım otobüsleri önünden hırs ve öfkeyle geçiyor. Asla ‘’öpeyim de geçsin’’ mantığı öne sürecek değilim. Ancak alternatif çözümler gerektiğini, zira bir kuruma verilen tepkinin kendi halkımızın fertlerine dolaylı bir ceza olmaması gerektiği üzerine kafa yormalıyım. Emlakçıyı aradan çıkarıp, kanı doğrudan ulaştıralım mı?
Dicle Üniversitesi Kan Bankası bir anlamda bu açığı giderebilmek adına davet ediyor bizleri. Sağlığınız yerindeyse ve kan hücreleriniz iyi seviyede yenilenebiliyorsa trombosit için ayda bir, diğer kan verme yöntemleri için ise erkeklerde üç ayda, kadınlarda ise dört ayda bir kan vermeye çağırıyor. Burada acil kan bekleyen hastalarla doğrudan iletişime geçme ve alınan kanı bekletmeden ulaştırabilme gibi bir durum da söz konusu. En çok ihtiyaç duyulan gruplar ise sizlerin de tahmini üzere ‘’A Rh-‘’ ve 0 Rh türleri. Korkmayın. Size bir zarar gelmeyecek. Öncesinde kanınızın ve damarlarınızın uygun olup olmadığına dair ölçümler yapılacak. Hayatınızdan sadece bir buçuk saat kadar zaman ayırıp bir çocuğun ömrüne bereket olabilirsiniz. Bunu bir etkinlik haline getirebildik mi tadından yenmez.
Gelelim kan vermenin ve bir başkasına el uzatabilmenin psikolojik yararlarına. Asıl hedeflediğim konu her zaman toplum ruh sağlığı. Yoksa gazetede neden adımı okuyasınız ki? Bizler, sokakların manevi çocukları, ait olmaya çalışma sancısı çekenleriz. Metropol gibi görünen köyümüzde henüz yeni tanıştığımız biriyle çok kısa süre içerisinde tanışık ve akraba çıkabiliriz? Sahi, siz nerelisiniz? Gundê te li ku ye? Ez wî gundî nas dikim. Belê, dizanim.
Kan vermek, anlam arayışına katkı sağlar. Zira insan, hayatına anlam kattığı ölçüde ruhsal olarak sağlıklı kalabilir. Kendin dışında gerçekleştirebildiğin her duygu ve eylem öz-aşkınlık yaratır. Bu da yaşamları anlamlı kılmaya yarar. Birey olmak bazı zamanlar için korkutucudur. Bu nedenle insan toplumsal arenaya başını yaslamak ister. Kan vermek yardım etme duygumuzu güçlendirir. Özsaygıyı arttırır, bireyler için ‘’ben de bir işe yarıyorum’’ fikrini uyandırır. İnsanın ‘’bir işe yaraması’’ ontolojik bir varlık halini aşmaya, egzistansiyel bir varlık olmanın kapısını açmaya olanak sağlar. Biyopsikolojik yararları saymakla bitmez bu işin. Stresi azaltır, bağlılık hissini güçlendirir, iç huzuru sağlar. Bunu düzenli hale getirdiğimizde bu kaos içerisinde hissedilen duygusal yalnızlığa karşı bir antidot geliştirmiş oluruz.
Biraz da acıya kulak verir insan işte. ‘’İnsan’’ tanımının hakkını verir. Başını çevirip geçmez de ‘’bir kriz varsa ben de üzerime düşeni yapmalıyım’’ der. Zira hep sorarız Hocamla birbirimize; ‘’biz neden sürekli kahraman olmak zorunda kalıyoruz be Haydar?’’ diye. İyi ki kalıyoruz diyorum artık. Bizleri daha az medet uman bireyler haline getiriyor. Birbirimizin acısı bizleri ilgilendirmeli. Varoluş peşinde sakatlansak da koşmaya devam edebilmeliyiz.
Ben ‘’’Godot’yu Beklemeye’’ kaldığım yerden devam edeyim. Beklerken yapılacak işlerimiz olduğunu, hakkıyla temsil etmek zorunda olduğumuz şeyleri hatırlatayım: Hoşluk, inat, başkaldırı ya da o şey sizler için her neyse.
‘’Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım! Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar. Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin?’’