Bu yazı serisinin geçen hafta yayınlanan birinci bölümüne, 16 Şubat 2025 tarihinde yayınlanan “DİSK 58 YAŞINDA” başlıklı yazımı almıştım ve yazının devam edeceğini belirtmiştim.
İşte o yazının devamı:
“DİSK devletten, sermayeden ve siyasi partilerden bağımsız olmayı temel ilke olarak benimsemiş bir sendikal örgütlenmedir. DİSK siyasi partilerden bağımsızlığı partiler üstü bir anlayışla savunmaz. Çünkü DİSK aynı zamanda işçi sınıfının iktidarının yolunu açacak siyasi partiler ile sistem içinde de olsa işçilerin hak ve menfaatlerini korumayı taahhüt eden siyasi partilerle kurumsal ilişki kurmayı tercih ediyor. Yani DİSK’in siyasete bakışı, herhangi bir siyasi partinin arka bahçesi olmamayı içerir.
Kuruluş bildirgesi ile ana tüzüğünde görüldüğü gibi, kurucu önderlerinin ülkenin tam bağımsızlığı, 1961 Anayasası'nda bulunan örgütlenme ve toplu pazarlık hakları başta olmak üzere, temel hakların kullanılması konusunda kararlı duruş sergiledikleri, yine aynı şekilde örgütsel bağımsızlığa hassasiyetle sahip çıktıkları ve konuya örgütün mücadelesine yön veren, belgelerde yer verdikleri gayet açıktır.
Kısacası, 58 yıl önce bu ilkelerle kurulan DİSK, zaman zaman 12 Eylül öncesinin mücadeleci kimliğinden uzak olduğu eleştirilerinin muhatabı olmakla birlikte, ilk günden bu yana gerek ülkenin tam bağımsızlığı gerekse örgütsel bağımsızlık konularında ilkeli duruşunu sürdürüyor. Öte yandan örgütün dünü ile bugününü karşılaştırmak suretiyle yapılan eleştiriler elbette önemlidir. Ancak kabul etmek gerekir ki ne dünya ne de Türkiye yerlerinde saymıyorlar. Dolayısıyla, mücadeleyi belirleyen iç ve dış etkenler tartışılmadan, DİSK’in kuruluş yılları ile bugünün toplum yapısı, teknoloji ile dijital gelişmelerin sınıfın yapısında yol açtıkları değişim tartışılmadan, siyasi ve ekonomik değişimler irdelenip bilimsel analizle çözüm önerileri geliştirilmeden yapılacak eleştiriler, mücadelenin istenen düzeye taşınmasında yeterli olmayacaktır. Bence sadece Türkiye’de değil Dünya genelinde işçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelesinin yeni yol haritasına ihtiyaç var. Bu haritayı oluşturacak olan ise; genelde sistemi özelde ise işçi sınıfını yeniden tarif edecek toplum bilimdir.”
Evet, yukarıya aldığım 16 Şubat tarihli yazımın son paragrafında vurguladığım gibi, özellikle sendikal hareketin günümüzde izleyeceği örgütlenme ve mücadele politikalarının ihtiyaca cevap vermesi için işçi sınıfının günümüz yapısının bilinmesinde yarar var. Zira genelde dünyada özelde ise ülkede uygulanan neoliberal ekonomik model ile üretim ve hizmet alanlarına inen dijital teknoloji, çalışma hayatına getirdiği yeni istihdam biçimleri ile sınıf yapısında önemli değişikliklere yol açmış bulunuyor. Söz gelimi geçmişte beyaz yakalı istihdam biçiminin hâkim olduğu pek çok sektör çalışanları artık mavi yakalı kategorisinde çalışıyorlar. Öte yandan bu yeni çalışma biçimleri güvencesiz ve kuralsız çalışma zorunluluğunu dayatıyor. Bunlar bilince çıkarılıp, mücadele yöntemleri işçi sınıfının yeni yapısına uyumlu hale getirilmedikçe sendikal mücadele istenen sonucu vermeyecektir.
Yazının geçen hafta yayınlanan bölümünün girişinde, genel merkezi İstanbul’da olan DİSK Yönetim Kurulu'nun, Konfederasyon Genel Merkezinin Ankara’ya taşınması yönünde aldığı kararın tartışmalara yol açtığını belirtmiştim. Aynı yazıda tartışmaların değerli olduğunu belirtmiştim ancak kabul etmek gerekir ki, yukarıda belirttiğim hususlar göz önüne alınmadan yapılacak tartışmalar ön açıcı olmaktan uzak semboller üzerinden yürüyen kısır tartışmalar olacaktır.
Kuşku yok ki yapacağımız ilk şey, DİSK'in kuruluşuna giden süreç ile dayandığı proletarya tabanını tanımak olmalı. Bunun için ise o gün ülke de uygulanmakta olan ekonomik model ile sanayinin ülke coğrafyasındaki konumlanışının bilinmesine ihtiyaç vardır. O zaman, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarak, DİSK'in kurulduğu 1960'lı yıllara oradan günümüze kısa bir yolculuğa çıkmak gerekiyor.
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yerine kurulduğu 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu teknolojik gelişime ve kapitalist dönüşüme kapalı, toprağa bağımlı bir imparatorluktu. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Liman ve tersaneler dışında işçi çalıştıran tesisleri yoktu. Bu özelliğinden dolayı özel sermaye birikimine sahip olmayan Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasının üzerine oturan Türkiye Cumhuriyeti, yurttaşlarının acil ihtiyacı olan mal ve hizmetleri üretecek olanaklardan yoksun yola çıkmak zorunda kaldı. Tüm bu nedenlerle yeni devlet, ülkede uygulanacak ekonomik modeli tartışmak ve buna dair projeler geliştirmek üzere çalışmalara başladı.
Bu hazırlıklar çerçevesinde, Cumhuriyet ilan edilmeden önce 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir İktisat Kongresi toplanır. Kongrenin amacı, yeni Türkiye'nin İktisat Politikasını belirlemektir. Kongrede, sonraki yıllarda devletin ekonomik politikasına yön verecek önemli birçok karar alınır. Kararların temel mantığı, özel sermaye birikimi olmayan ülkede bir yandan devletin yurttaşların acil ihtiyaçlarını göz önünde alarak üretim faaliyetlerinde bulunması ve özel sektör tarafından kurulamayan tesisleri kurması, diğer yandan ise özel sermaye birikimi için tedbirler alınmasıydı. Bunun için şirketlere kredi sağlayacak Devlet Bankası kurulacak ve devletin alt yapı ve inşaat gibi işleri ihale yoluyla özel sektöre verilerek kaynak aktarılacaktı. Yani ülkede karma ekonomik model uygulanacaktı. Bu modelin ana hedefi, yabancı sermaye girişlerini minimize ederek yerli burjuvaziye geçişi sağmaktı.
Öte yandan kongrede çalışanların haklarını iyileştirecek kararlar da alınır. Örneğin; iş erbabına (çalışanlara) amele denmesi yerine işçi denmesi ile işçilere sendika hakkı tanınması da kongre kararlarının arasındaydı. Maalesef 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi'nde, işçilere sendika hakkı tanınması karar altına alınmış olsa da önceki bölümde belirttiğim gibi bu hak ancak 1950’li yıllarda o da toplu sözleşme ve grev hakkı olmayacak şekilde kullanılabilmiştir.
Bu kısa gezintide görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran irade, ülkede kamu ile özel sektörün ikisinin mal ve hizmet üretiminde bulundukları karma ekonomik modeli benimsemiş ve İzmir İktisat Kongresi'nde buna ilişkin kararlar aldırmıştır. Buna göre, hammaddesi ülke içinde üretilen ve üretilebilecek alanlara devlet yatırım yapacak ve tesisler kuracaktı. Zira yurttaşların giyim ve gıda gibi temel ihtiyaçlarının ivedilikle karşılanması gerekiyordu. Sermaye birikimine sahip olmayan özel girişimciler ise; bir yandan devletin kuracağı bankalar tarafından kredilerle desteklenirken diğer yandan alt yapı ve inşaat işleri verilerek kaynak aktarmak suretiyle destekleneceklerdi.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1940’lı yılların ortasına kadar olan tek parti döneminde, devlet özellikle giyim ve gıda sektörlerinde işlediği ürünlerin yetiştiği bölgeleri baz alarak önemli yatırımlara imza attı. Altı yapı çalışmalarına hız verdi. Bunu iktisadi faaliyetler için kurduğu Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) ile yaptı.
1930’lu yıllarda başlayan sanayileşme hamlesi ile bir yandan kamu sanayi tesisleri kurulmaya başlandı. Devletin halkın temel ihtiyaçlarını esas alan tekstil ve gıda sektörlerindeki yatırımlar, bu ürünlerin hammaddelerinin yetiştiği bölgeler dikkate alınarak bölgesel istihdama öncelik verecek şekilde yapılıyordu.
Öte yandan devletin teşviklerle beslediği ulusal burjuvazi İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, 1940’lı yılların ortalarından itibaren sanayi yatırımlarına hız verdi. İzmir İktisat Kongresi'nin “Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir.” kararından hareketle tesisler, daha ziyade deniz ve kara ulaşımına uygunluk bakımından İstanbul ve Kocaeli’ni içine alacak şekilde Tekirdağ’dan Adapazarı’na, Marmara Denizi'nin güney kıyısında ise Bursa’dan Yalova’ya, oradan Kocaeli’ne uzanan bir havzada kuruluyordu. İstanbul Haliç çevresi ile Kartal ve Kocaeli’nin Gebze İlçesi'ne yoğunlaşan sanayi tesisleri, Kocaeli merkezden Adapazarı’na uzanan hat üzerinde kurulmuşlardı. Ağırlıklı olarak Türkiye pazarına girmek isteyen yabancı şirketlerin patenti ile otomotiv, beyaz eşya, dijital ve elektronik ev cihazları üretimlerinin yapıldığı bu sanayi havzasında vasıflı sanayi proletaryası vardı. Kısacası Türkiye’de uygulanan karma ekonomik model ilk ayağında, devlet tarafından işletilen, özellikle tarım ürünlerinin işlendiği Anadolu’ya yayılmış tesislerinin yanı sıra, devletin yol, köprü, baraj, su iletim, elektrik üretim ve iletim, maden çıkarma ve işleme işlerine dayanan kamu işletmelerinde çalışan Beyaz (memur) ve Mavi (işçi) yakalı proletarya ile genelde İstanbul ve çevresinde kümelenmiş sanayi proletaryası mevcuttu. İzmir İktisat Kongresi'nin çalışanlara sendika hakkı tanınması yönündeki kararına rağmen, sendikal haklar ancak 1950’li yıllardan itibaren kullanılmaya başlandı.
DİSK’in Ankara’ya taşınması sürecine ilişkin, değerlendirmeme devam edeceğim. Sonraki bölümde buluşuncaya kadar hoşça kalın.
