Kapitalist sistemin aşırı üretim ve tüketim teşvikinin yol açtığı doğa tahribatı, yaşadığımız gezegen için tehdit olmaya devam ediyor. Zira sistem insanların temel ihtiyaçlarını gözetmek yerine aşırı üretim ve aşırı tüketimi teşvik etmektedir. Kuşku yok ki, bu durumun doğal sonucu olarak doğa tahribatının önlemek sistemin önceliği değildir. Aksine sistem daha çok kazanmayı esas almaktadır. Dolayısıyla, daha çok kazanmak üzerinden işleyen sistem gerek insan kaynağını gerekse doğal kaynakları ölçüsüzce kullanıyor ve bir yandan insan emeğini, diğer yandan doğayı sömürüyor. Yani sermaye için amaç kazanmak, hep kazanmak, daha çok kazanmaktır. Bu nedenle üretimde asıl hedef, bireysel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması değildir. Aksine insanlar, temel ihtiyaçlarından çok daha fazla ihtiyacı olmayan mal ve hizmeti tüketmeye teşvik edilmektedirler. Kısacası kapitalizmde kimin neyi ne kadar tükettiğinin bir önemi yoktur. Onun için önemli olan ürettiğinin tüketilmesidir. Dolayısıyla kıstas bireylerin veya ailelerin temel ihtiyaçlarına ulaşıp ulaşmadıkları değil, sistemin ürettiklerinin tüketilmesidir.
Kuşkusuz insanların iyi bir yaşam için sahip olmaları veya kolaylıkla ulaşabilmeleri gereken temel ihtiyaçlar ile hizmetler vardır. Bunlar; Temiz hava ve su, güvenli ve bol gıda, yaşanabilir nitelikte barınma olanaklarına sahip olmak, tüm insanların hakkı olup kamu tarafından herkese eşit verilecek nitelikli ve ücretsiz sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bakım ve toplu ulaşım gibi hizmetlerdir. Bir toplumda eşitliği ve sosyal adaleti sağlayabilmenin yolu öncelikle bu tür hizmetlerin topluma eşitçe ve ücretsiz sunulmasından geçmektedir. Öte yandan insanların en temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları bir toplumda daha üst ihtiyaçların karşılanması zorlaşmaktadır. Bu nedenle yükseköğrenim, eğlence, kültürel faaliyetlere katılım ve tatil yapma gibi ihtiyaçların karşılanmasında sorun yaşanmaktadır.
Yaşadığımız ülke Türkiye özellikle gıda üretim ve tüketiminde ciddi sorunlarla karşı karşıya. 1980’li yılların başından bugüne uygulanan yeni liberal ekonomik modelin Türkiye’ye biçtiği rol, ara mal üretimine dayanan sanayileşmedir. 40 yılı aşkın bir süredir temel ihtiyaç ürünlerinin üretiminden çekilen Türkiye, ayrıca uluslararası finans çevrelerinin yüksek faizli kredilerle borçlandırdığı bir ülkedir. Ne yazık ki yüksek faizle alınan bu krediler, ülkede üretimi teşvik edecek yatırımlarda değil, yüklenicilere uzun yıllar yüksek getiri sağlayacak olan otoyol, köprü, havaalanı, tünel ve şehir hastaneleri gibi beton projelerine yatırıldı. Elbette bundan zararlı çıkan toplumun emekçi büyük çoğunluğudur. Zira bu krediler karşılığında ödenen yüksek faizler, yapılan bu tesislerin ücret karşılığı kullanıma sunulması ve verilen kullanım garantisi karşılığı merkezi bütçeden yüklenici firmalara aktarılan kaynakların tamamı emekçi çoğunluğun cebinden çıkmaktadır. Tüm bu uygulamalar, yoksuldan toplananın sermayeye aktarılması olup gelir dağılımında büyük eşitsizliğe yol açmaktadır. Kuşkusuz 1980’lerin başından bu yana uygulanan yeni liberal ekonomi programının vurduğu sektörlerin başında tarım ve hayvancılık gelmektedir. Özellikle AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılından bugüne geçen 22 yıllık sürede endüstriyel tarımda başı çeken devasa büyüklükteki çok uluslu şirketlere alan açmak için köylülük adeta yok edildi ve çiftçilik bitirildi. Bugün Anadolu’da köyler boşalmış veya köyde yaşayanlar emeklerinin karşılığını alamadıkları için tarım ve hayvancılığı terk etmek zorunda kalmışlardır. Tüm bu nedenlerle Türkiye birçok tarım ürünü ile başta kırmızı et birçok hayvansal ürünü ithal etmektedir. Son yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye Avrupa'nın en az kırmızı et tüketilen ülkelerinin başında gelmektedir. Nitekim Avrupa’da et tüketiminin en yüksek olduğu İspanya’da kişi başı 100 kilo olan yıllık et tüketimi Türkiye’de yalnızca 43 kilodur. Öte yandan TÜİK, Mayıs 2024 döneminde gıda enflasyonunu %70,14 olarak açıklarken, DİSK-AR’ın TÜİK verilerinden yararlanarak yaptığı hesaplamaya göre resmi gıda enflasyonu ortalama yüzde 70,1 olarak gerçekleşirken, bu oran emeklilerde %86,1 oldu. Üçüncü %20’lik gelir grubunun gıda enflasyonu yüzde 80 olurken, düşük gelirli ikinci %20’lik grubun gıda enflasyonu % 91,7 ve en yoksul %20’lik gelir grubunun gıda enflasyonu ise %110,1 olarak gerçekleşti. Tüm bu rakamlar, alt gelir gruplarının başta gıda olmak üzere temel ihtiyaç ürünlerinde daha yüksek enflasyonla karşı karşıya olduklarını gösteriyor.
Tüm bunların yanında Türkiye işçi hakları açısından en kötü 10 ülkeden biri olmaya devam ediyor. 167 ülkeden 191 milyon işçiyi bünyesinde örgütlemiş olan Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından hazırlanan Küresel Haklar Endeksi 2024 raporu yayınlandı. Ne yazık ki endeks, demokratik değerlerin ve temel hakların pek çok ülkede gerilediğini gözler önüne seriyor. Maalesef rapora göre işçiler için en kötü 10 ülke; Bangladeş, Belarus, Ekvador, Eswatini, Filipinler, Guatemala, Mısır, Myanmar, Tunus ve Türkiye’dir. Rapora göre Türkiye’de işçi haklarına yönelik sistematik saldırılar devam etmektedir. İşçilerin grev, toplu sözleşme, sendika kurma ve sendikaya üye olma hakları topluca ihlal edilmekte. Yine işçilerin adalete erişim hakkı hiç yok veya kısıtlı. İşçilerin ifade ve protesto özgürlüğü engellenmekte. Hakkını arayan işçiler, sürekli tehdit edilip baskıya maruz kalmakta ve gözaltına alınıp tutuklanmaktadırlar.
ITUC Genel Sekreteri Luc Triangle, Endeks hakkındaki açıklamasında şunları söylüyor: “Endeks, 11 yıldır dünyanın her bölgesinde işçi haklarındaki hızlı gerilemeyi gösteriyor. İşçi hakları, demokrasinin temel direğidir. İşçilerin seslerini duyurma hakkı, demokratik sistemlerin sağlıklı işlemesi açısından hayati önem taşımaktadır. Eğer işçi hakları ihlal edilirse demokrasi saldırı altında demektir. Demokrasi, sendikalar ve işçi hakları ayrılmaz bir bütündür.” Triangle açıklamasına şu sözlerle devam ediyor: “Birkaç mütevazı iyileşmeye rağmen genel tablo, özgürlüklere, işçi haklarına ve emekçilere yönelik amansız bir saldırı olduğunu göstermektedir.Bu durum, süregelen yıkıcı hayat pahalılığı krizi, iş dünyasını hızla değiştiren teknolojik bozulma ve çalışan insanların savaşın yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı, küresel düzeyde şiddet içeren çatışmaların kötüleştiği bir ortamda gerçekleşmektedir. Bu eğilimlerin sürdürülebilir bir şekilde ele alınabilmesinin tek yolu gerçek anlamda demokratik bir harekettir. Sınırları ve sektörleri, yaşları ve cinsiyetleri, ırkları ve dinleri aşan ve her işyerinde, ülkede ve küresel kurumda güç dengesini değiştirecek güce, varlığa ve hesap verebilirliğe sahip bir hareket. Bu hareket sendikalardır.”
Raporu değerlendiren DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, “Küresel Haklar Endeksi bir kez daha malumu ilan etmiştir. Türkiye’de sendikaya üye olma hakkı, sendika kurma hakkı, toplu sözleşme hakkı ve grev hakkı başta olmak üzere pek çok temel hak saldırı altındadır. Bunun sonucunda milyonlarca işçi düşük maaşlara, kötü çalışma koşullarına, uzun mesai saatlerine, iş kazalarına ve iş cinayetlerine mahkûm edilmektedir. Her şeye rağmen on binlerce işçi sendikalaşma ve hakları için mücadele etmeye devam etmektedir. Bu endeks hem hak ihlallerini hem de işçilerin onurlu direnişini göstermektedir.” diyor.
Gerek rapor gerekse raporu değerlendiren ITUC Genel Sekreterinin söyledikleri, dünya genelinde emeğe saldırıların artarak devam ettiğini gösteriyor. Yine DİSK Genel Başkanının Çerkezoğlu’nun söyledikleri, Türkiye’de yoksulluğu alabildiğine artmasının temel nedeninin örgütlenme özgürlüğünün kullandırılmamasının önemli etkisi olduğunu gözler önüne seriyor. O zaman önce ülke düzeyinde sonra dünya genelinde sermayenin azgın sömürü çarkına dur demenin yegâne yolu, top yekûn bir mücadeleyi örgütlemekten geçiyor. Bunun için sendikalar ile işçi sınıfı dostu siyasetin önceliği, örgütlenmeyi yaygınlaştırmak ve mücadeleye öncülük etmek olmaldır. Ancak kabul etmek gerekir ki, örgütlenmeyi çalışanlarla sınırlı tutmak ve onlara iyi haklar sağlayan toplu sözleşmeler imzalamak başarıya ulaşmak için yeterli değildir. Zira dünyada üretim, sevk ve paylaşım zincirlerinin halkaları iç içe geçmiş bulunuyor. Dolayısıyla sadece birisine müdahale etmek sorunu çözmeyecektir. Unutmamalı ki, ne kadar iyi gelire sahip olursanız olun, hayatınızı idame ettirmek için tüketmek zorunda olduğunuz ürünler yeterli miktarda ve sağlıklı üretilmiyor ise onlara ulaşmanız kolay olmayacaktır. O zaman yapılması gereken emeklilerin, üretici köylülerin örgütlenmeleri için mücadeleyi yükseltmektir. Ancak böyle yapıldığında, emeğiyle yaşayanlar, başta gıda olmak üzere temel ihtiyaçlarına daha kolay ulaşabileceklerdir!