Bugün sokakta bir çocuğa baktığımda, içimde bir sessizlik yankılanıyor. Çünkü o çocuklarda geçmişin izlerini, kaybolan bir neslin yorgunluğunu görüyorum.
Devletin en eski oyunlarından biri, özellikle Kürt çocuklarını kendi içinden koparıp başka bir dünyanın parçası haline getirmek oldu. Onların cesaretini, direncini, yoksulluğunu kullanarak kirli işlerin içine itti. Bugün bile devletin, mafyalaşmış yapılarında, karanlık işlerinde, “tetikçi” diye kullanılanların çoğu o yoksul çocuklardan çıkmadı mı? Kimi okul yerine sokakta büyüdü, kimi toprağını bırakıp batıya göçen bir babanın yalnız kalan oğlu oldu.
Doğu ve Güneydoğu, hep “en geç iyiye kavuşan” yerler arasında kaldı. Ekonomik olarak geri bırakıldı, sanata ve kültüre ulaşması yıllarca engellendi. Babalar büyük şehirlere iş bulmak için gitti, geride kalan çocuklar ise bir boşluğun ortasında büyüdü. Tiyatroya, sinemaya, kitaba ulaşamayan o çocuklar, uyuşturucuya çok kolay ulaştı. Çünkü sistem onların elinden kalemi aldı, yerine zehir dolu poşetler bıraktı.
Bizim çocukluğumuzda da vardı o çocuklar... Mahallede “balici” denilen, sokak köşelerinde sessizce kaybolan çocuklar. Kimse onların adını bile bilmezdi, sadece bir gün yok olurlardı. Devlet o çocukları korumadı, sadece sustu.
Ama o yıllarda, başka bir rüzgâr da vardı bu topraklarda…
80’ler ve 90’lar, baskının en sert, umudun en direngen olduğu yıllardı.
Ben o dönemde devrimci gençlik hareketlerinin içindeydim. Sırtımızda çantalarımız, elimizde kitaplarımız, dilimizde özgürlük kelimeleri vardı. Bizim mücadelemiz sadece kendimiz için değildi; o sokaklarda kaybolan, yoksullukla, adaletsizlikle boğuşan çocuklar içindi.
Mahallelerde halk evleri kurardık, duvarlara “gelecek çocuklardır” yazardık. Uyuşturucuya bulaşmasınlar diye gece gündüz sokak sokak dolaşırdık. Kimine kitap götürürdük, kimine müzik öğretirdik, kimine sadece bir umut bırakırdık.
Çünkü biliyorduk: Bir çocuk kurtulursa, bir ülke değişir.
O dönemki devrimci gençler, toplumun vicdanıydı. Onlar yoksulluğa başkaldırının sesi, sistemin unutturduğu insanlığın hatırlatıcısıydı.
Ama devlet bunu asla affetmedi. Bizim dağıttığımız her kitap, bir tehdit sayıldı. Yaptığımız her dayanışma, bir suç olarak kaydedildi. Evler basıldı, arkadaşlarımız gözaltına alındı, kayboldu, bazıları bir daha hiç dönmedi.
Yine de kimse “pişman” olmadı. Çünkü biz biliyorduk: çocuklara umut vermek, sisteme karşı çıkmaktı.
Devlet çocukları uyuşturucuya, mafyaya, sokaklara teslim ederken; biz o çocuklara insan kalmayı öğretmeye çalışıyorduk.
Sonra yıllar geçti, o gençlik dağıldı.
Ama dağılan sadece insanlar değildi; bir kuşağın idealleri de parça parça oldu.
O dönemki devrimci gençlerin yerini, sessizliğe alıştırılmış bir nesil aldı.
Bizim korumaya çalıştığımız çocuklar, bir gün kendilerini başka bir sistemin içinde buldular.
Devlet, bir yandan onları yok sayarken diğer yandan “asla ait olamayacakları” bir dünyanın vitrinine koydu.
Zaman değişti ama düzen değişmedi. Hayat zorlaştı, geçim derdi büyüdü. Anneler sabahlara kadar temizlikte, babalar inşaatta; çocuksa okuldan çıkıp eve dönmeden çalışmak zorunda. Eğitim artık sadece “varmış gibi” yapılıyor. Okullar ikili sistemle doldu, akşamın karanlığında eve dönen öğrenciler, sokakta her şeye açık hale geldi. Felsefe günah sayıldı, resim ve müzik dersleri boş geçti. Çocuklardan düşünen, hisseden, sorgulayan bireyler değil; susan, boyun eğen insanlar istendi.
Ve şimdi, bütün bunların sonucunda ortaya yeni bir şey çıktı: “Keko”luk.
Aslında bu, sistemin yeni tuzağı. Yıllarca hor görülen, yoksul, ezilmiş gençler şimdi “keko” diye aşağılanıyor. Ama kimse sormuyor: Neden bu çocuklar böyle oldu?
Geçen gün bir muhabir, sokakta bir çocuğa sorular sordu. Çocuğun ayağında ve üstünde çakma Adidas kıyafetler, kolunda dövmeler, saçı tuhaf bir kesim. Muhabir sordu: “Hiç okula gittin mi?” Çocuk cevap verdi: “Hiç gitmedim abi.” Peki devlet yetkilileri hiç gelip evinize sormadı mı, niçin gitmiyorsun diye? “Hayır, kimse sormadı.”
İşte gerçek bu. Devlet, çocuklarla ilgilenmiyor. Eğitimsiz bırakıyor, yoksulluğa, boşluğa itiyor, sonra da “keko” diye yaftalıyor. Eğitimsiz çocuklar, gençler… işte tam olarak devletin istediği bu. Çünkü bilinçli, düşünen, sorgulayan bir nesil sistemi değiştirebilir. Ama susan, yönlendirilmeyen, sahte “cool” görüntülere saplanan genç, kontrol altında kalır.
Bugün sokakta, küçük yaşta dövme yaptıran, kulağına, kaşına piercing takan, kendini görünür kılmak için çırpınan çocuklar var. Kimisi koluna “acı yok” yazdırmış; oysa içindeki acı, kimsenin bilmediği kadar derin. Kız çocukları da aynı baskının içinde. Küçücük yaşta makyajla, kıyafetle, beğenilme yarışıyla büyüyorlar. Sosyal medya, kimlikleri şekillendiren bir sahneye dönüştü. Filtrelerin, takipçi sayısının, “cool” görünmenin arasında kayboluyorlar.
Ama aslında bu “keko”luk, bir sessiz çığlık. Bu çocuklar kendilerine biçilen rolleri oynuyor; çünkü başka bir rol bırakılmadı onlara. Onları yönlendiren bir sanat yok, bir tiyatro yok, bir öğretmen bile çoğu zaman yok. Sadece “ol” denilmiş, ama nasıl olunacağı söylenmemiş.
Bugün sokakta bir çocuğa baktığımda, geçmişte kaybolan yüzleri görüyorum.
Tiner kokan ellerin yerini şimdi telefon ekranları aldı ama yalnızlık aynı kaldı.
Bir zamanlar sokağın köşesinde sessizce duran o çocukların yerinde şimdi “keko” denilen gençler var. Adları değişti, halleri değişti ama kaderleri aynı.
Ve ben bazen düşünüyorum; eğer bu topraklarda çocuk olmak hâlâ acı veriyorsa, o zaman hiçbirimiz gerçekten büyümemişiz demektir.
