Veli Beysülen


Geç Kalınmış Bir Direniş: Çayırhan!

.


Türkiye birkaç gündür, Ankara'nın Nallıhan İleçesi'ne bağlı Çayırhan’daki maden işçilerinin direnişini konuşuyor. Eylem, yazılı ve görsel medyada geniş yer buluyor. Kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekiyor. Zira Çayırhan Termik Santrali'ne kömür sağlayan kömür havzasında çalışan 500 maden işçisi, havanın eksi derecelerde seyrettiği bugünlerde kendisini madene kapattı.
 
Peki, neler oluyor Çayırhan’da?  
 
Kısaca: Özelleştirme!
 
Evet, 500 maden işçisi, bu ülkede 1980’li yıllardan bu yana yüzlerce örneği yaşanmış ve sonuçları itibariyle ülkeye, yoksul halka, özelleştirilen tesisin faaliyette bulunduğu kente, çevreye ve en önemlisi de tesiste çalışan emekçilere büyük zararları olmuş özelleştirmenin şimdiki hedefi olan Çayırhan Termik Santrali kömür üretim sahasının özelleştirilmesine karşı direnişe geçtiler ve kendilerini yer altında ocağa kapattılar.
 
Eylemci işçilerin üye oldukları TÜRK-İŞ’e bağlı Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Nurettin Akçul, “Madenci ya ölünce ya da eylem yapınca gündeme geliyor” diyor. Ne zaman? işçilerin eyleme geçtikleri sırada, maden sahasında yaptığı açıklamada diyor. Yerinde ancak geç kalınmış bir tespit. Zira bu ülkede yıllardır madencilerin maruz kaldıkları ve onlarcasının hatta yüzlercesinin bir seferde iş cinayetlerine kurban gittikleri kazalar haber oluyor ve ahlar vahlar eşliğinde kazalar konuşuluyor, yazılıp çiziliyor.
 
Bu kazaları; kader, fıtrat diyen iktidar sözcüleri ile iş cinayetlerinin önlenmesi için tedbir alınmasını sağlaması gereken makamlarda oturanların ah vahlar eşliğinde döktükleri timsah gözyaşlarıyla haberlere taşıyan, onların çok üzgün olduklarını topluma kanıksatmaya çalışan yandaş ve merkez medya, işçi eylemlerini çok fazla haber yapmaz. Yapmaz, çünkü bu madenlerin özelleştirme adı altında peşkeş çekildiği birçok şirket aynı zamanda medya grubu sahibidir. Dolayısıyla eylemler daha çok muhalif, yaygın okunmayan ve izlenmeyen görsel ve yazılı medyada haber olur.   
 
Kuşkusuz özelleştirme bugün gündeme gelmiş değil. Daha önce değişik mecralarda yayınlanan birçok yazımda, 24 Ocak 1980 kararları ile uygulamaya konan yeni liberal (neoliberal) programın asıl hedefinin, Türkiye’de uygulanmakta olan karma ekonomik modeli sonlandırmak olduğunu, bunun ise özelleştirmeden geçtiğini belirtmiştim. Kuşku yok ki, karma ekonomik modeli hedef tahtasına oturtan, devletin iktisadi faaliyette bulunmasının sermayeye verdiği rahatsızlıktı. Zira Türkiye Cumhuriyeti devletinin, 1961 Anayasası ile teminat altına alınmış olan temel niteliklerinden birisi, “Sosyal Devlet” niteliği idi. Devlet bu niteliğe uygun olarak, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim gibi birçok hizmeti yurttaşlara ücretsiz vermekteydi. Yine devlet, elinde bulunan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) eliyle ürettiği birçok mal ve hizmeti uygun bedellerle halka arz etmekteydi. Tüm bunlar, yerli ve yabancı sermayenin uygulamaya koymayı hedeflediği yeni liberalizmin serbest piyasacı anlayışına aykırı uygulamalardı. Karma ekonomik modeli hedef tahtasına oturtan diğer önemli neden ise kamunun (devlet) üretim, hizmet ve ticaret üçlüsünü içeren iktisadi faaliyetlerde bulunmasından dolayı, elinde tuttuğu istihdam olanaklarını kullanması ve önemli sayıda işçiyi istihdam etmesiydi. Zira siyasi iktidarlar, devletin elinde bulunan bu istihdam olanaklarını işsizliği önlemede kullandıkları gibi, seçmen olan bu işçilerin örgütlü mücadele ile sendikal harekete ivme kazandırmalarına sessiz kalmak durumundaydılar. Tüm bunlar, Türkiye pazarını ele geçirmek isteyen yerli ve yabancı sermayenin kabul edeceği şeyler değildi. Çünkü sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde neoliberal ekonomik programda devlete biçilen rol, sermayeyi korumak üzere yerli yargının üstünde uluslararası “Tahkim”in yetkisini kabul etmek ve sermayenin güvenliğini sağlayacak düzenlemeler yaparak, gerekli teşkilatı kurmaktı.
 
Nitekim uluslararası Para Fonu'nun (IMF) yazdığı ve 24 Ocak 1980 tarihinde zamanın başbakanı Süleyman Demirel ile Müsteşarı Turgut Özal tarafından ilan edilen yeni liberal ekonomik programın uygulanmasının ortamını sağlamak üzere 12 Eylül darbesi yapıldı. 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal, 12 Eylül darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görevlendirildi.
 
Maalesef 12 Eylül faşizminin baskı ortamı, ardından 1983 yılında yapılan seçimlerde iktidara gelen, yeni liberal ekonomik programın mimarı Turgut Özal’ın başında bulunduğu ANAP iktidarı dönemi, bu kurumların özelleştirilmesi için hazırlıklarla geçti. Özelleştirmenin yasal ve hukuki alt yapısı hazırlandı. Ülke bu süreçte birkaç kez krizlerle karşılaştı ve her kriz serbest piyasanın uygulanmasının hazırlıkları için fırsata dönüştürüldü.
 
Ne yazık ki tüm bunlar yaşanırken, işçi sınıfının temsilcisi sendikalar dişe dokunur bir şey yapmadılar. Zira 12 Eylül faşizmi, DİSK’te vücut bulan demokratik kitle ve sınıf sendikacılığını tasfiye etmişti. Maalesef ülkede artık uluslararası sermayenin dehlizlerinde yazılmış, yeni liberal ekonomik sisteme itiraz etmeyen sendikacılık anlayışı hakimdi. Bu sendikal anlayışta, “Her koyun kendi bacağından asılır” mantığı hakimdi ve her sendika, özelleştirme sırası kendisinin yetkili olduğu kamu kurumuna geldiğinde göstermelik tepkilerle süreci geçiştiriyordu.
 
Tüm bunlar, özelleştirme programının sorunsuz uygulanmasının zeminini oluşturdu ve devlet ekonomik faaliyetlerden çekildi. Özelleştirmelerle özellikle AKP iktidarında, birçok kamu kurumu haraç mezat satıldı. Sosyal devletin temel görevleri olan sağlık, eğitim gibi hizmetler bile özelleştirildi.
 
Kuşkusuz özelleştirmenin vurduğu sektörlerin başında madencilik sektörü geliyor. Tam da bu nedenledir ki, Soma, Ermenek, Kozlu, Amasra, Elbistan ve Siirt maden sahalarında toplu iş cinayetleri yaşandı.
 
Evet, Türkiye'de yıllarca kömür madeninin işletilmesinde devletin iki önemli kurumu tekel konumundaydı. Özel madencilik yok denecek kadar azdı. Bu kurumlar, Anadol’unun değişik bölgelerinde bulunan linyit kömürü havzalarını işleten Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) ile daha ziyade Zonguldak ve çevresinde bulunan taşkömürünü işleten, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) idi.
 
Kuşku yok ki, yeni liberal anlayışın ülkeye dayattığı özelleştirme politikasından, kurallı çalışma ortamında, çevre ve insan sağlığını korumayı düstur edinmiş bu kamu kurumları da paylarına düşeni aldılar ve özellikle kömür çıkarma işi, vahşi kapitalizmin günümüz versiyonu özel şirketlere bırakıldı. Bu şirketler; kömür çıkarmadaki doyumsuzlukları ile mümkün olan çok miktarda kömürü çıkarmak için maliyeti düşürecek yöntemlerle kömür çıkarma işine girdiler. Birçoğu inşaatçılıktan gelen, kömür çıkarma deneyimi olmayan bu şirketler, işçileri ölümüne çalıştırdılar ve sendikasız ucuz deneyimsiz daha az işçi ile kömür çıkardılar. Bu yöntemle kısa sürede servetlerine servet katan şirketler, maliyeti arttırdığını düşündükleri işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini almaktan da imtina ettiler. Bu nedenle, Türkiye Soma gibi toplu katliam denebilecek iş cinayetleri ile defalarca sarsıldı.
 
100 yıllık Cumhuriyet tarihinin tamamından fazla maden arama ve işleme ruhsatı verildi. Türkiye coğrafyası maden faaliyetleri dolayısıyla delik deşik. Maden arama ve işlemede kullanılan kimyasallar toprağı ve içme sularını zehirliyor. Doğa tahrip oluyor, hayvanlar sürüler halinde ölüyor. Son olarak uluslararası maden tekelinin işlettiği, Erzincan-İliç Altın Madeni arama ve işleme sahasında, milyonlarca ton linç toprağının kayması sonucu 9 işçi toprağın altında can verdi ve cesetlerine aylar sonra ulaşılabildi. Kısacası özellikle maden sektöründe özelleştirmeyi basit bir faaliyet devri olarak görmek ve bana dokunmuyorsa varsın olsun diyerek, sıranın kendisine gelmesini beklemek bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür.
 
Evet, 2100 işçinin çalıştığı Ankara'nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali ve Maden Ocağı'nda özelleştirmeye karşı başlatılan madenci direnişi bu yazının yazıldığı saatlerde devam ediyordu. Sendika çeşitli görüşmelerle sorunun çözümü için adım atılmasını sağlamaya çalışıyor. Ancak henüz somut bir adım atılmış değil. Madenciler özelleştirmeden vazgeçilmediği takdirde açlık grevine başlayacaklarını söylüyorlar.
 
Yukarıda belirttiğim gibi sendika genel başkanı Nurettin Akçul’un söylediği önemli ancak zamanında top yekûn karşı çıkılmayan ve lokal eylemlerle geçiştirilen özelleştirmenin geldiği aşama çok vahim. Devletin elindeki faal işletmeler satıldı, halk bu işletmelerin ürettiği mal ve hizmetleri piyasadan çok daha yüksek bedellerle alıyor. Öte yandan özelleştirilen kamu kurumlarında sendikal örgütlenme bitirildi ve Türkiye ucuz emek cenneti haline getirildi. Tüm bu nedenlerle, Çayırhan maden emekçilerinin direnişi desteklenmeli ve hükümete geri adım attırılarak özelleştirme politikasında gedik açılmalıdır. Kısacası bu direniş, geç kalınmış bir direniş olsa da çok büyük bir öneme sahiptir. Demokratik kamuoyu ile sendikal hareketin, direnişin başarıyla sonuçlanması için üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmaları gerekiyor!
                                                      
 

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.