Beşşar Esad’ın kaçışıyla birlikte diktatör rejimler ve onların işkence merkezleri yeniden gündeme geldi. Adı sözde cezaevi olan bu işkencehanelerde muhalifler ve demokratik bir rejim isteyenler, akla hayale gelmeyecek yöntemlerle insanlık dışı işkencelere maruz kaldı, binlercesi yaşamını yitirdi.
Diktatörler elbette-ki öyle bir günde iktidara gelip, diktatörlükle yönetilen bir ülke kurmuyor. Bu uzun bir süreç istiyor. Bir diktatör önce devletin içinde önemli bir konuma geliyor. Sonra kendisini destekleyecek istihbarat örgütleri aracılığı ile o ülkelerin güdümünde ilerlemeye başlıyor. İçerde demokrasinin verdiği nimetleri en iyi şekilde kullanarak, ayrılıkları kaşıyor, halk arasında kutuplaşmayı derinleştirerek kayıtsız-şartsız kendisine bağlı kemik bir taban oluşturuyor.
Sonra ne mi oluyor?
Saddam Hüseyin'in Irak’ı,
Beşşar Esad’ın Suriye’si oluşuyor.
Tüm Otoriteryen, Totaliter, Monarşi, Oligarşi, Teknokrasi, Teokrasi, Diktatörlük rejimler incelendiğinde bunu görmek mümkündür. Biz yanı başımızda olması ve göçlerle direk bizi ilgilendirmesi nedeniyle bu iki diktatöre bakalım.
Fakat şunu unutmayalım; her ne olursa olsun hiçbir baskıcı rejim ilelebet ayakta kalmıyor, yıkılıyor. Ya halkı tarafından, ya da o gün kendi çıkarları için onu destekleyen devlet ve istihbarat örgütleri tarafından. Ha bazen de yıkılanın yerine daha baskıcı bir rejim de gelebiliyor.
Şimdi Saddam Hüseyin ve onun yarattığı Irak’a ve bugünkü Irak'a kısaca bir bakalım. Saddam Hüseyin; ilk etapta akrabalarını kullanarak asker oldu. Sonra ülkedeki Arap Milliyetçiliği ve Arap Sosyalizminin bir karışımı olarak tanımlanan Baasçılığı benimseyerek istihbarat örgütleriyle de kurduğu bağlarla kısa sürede Baas Partisinin liderliğine yükseldi. Daha sonra ülkedeki demokratik kanalları kendi çıkarı doğrultusunda kullanarak yavaş-yavaş, ilmek-ilmek diktatörlüğünü inşa etmeye başladı. Diktatör bir rejim oluşturduktan sonra kendi kullandığı tüm demokratik kanalları kapattığı gibi muhalifleri sindirmek için cezaevlerini birer işkence merkezine dönüştürdü.
Saddam Hüseyin bu noktadan sonra aynaya baktığında kendisini dünyanın en güçlü lideri sandı. İçeride baskıları, dışarıda ise yayılmacı bir politika izledi.
-1979 yılında Humeyni'nin iktidara gelişiyle birlikte, İran’ın Şiileri kışkırttığını iddia ederek, bir yıl sonra İran'a saldırdı. 8 yıl süren ve de binlerce kişinin ölümüne neden olan savaş başlattı.
-Halepçe'de Kürtlere karşı kimyasal silah kullanma emrini vererek, 5 binden fazla kişinin ölümüne, binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı.
-1990 yılında da komşusu Kuveyt’i işgal etti. 1991 yılında Kuveyt’ten çıkarılan Saddam, birinci ve ikinci körfez savaşı sonrası bir lağım çukurunda yakalanarak, katlettiği insanların çocukları tarafından yargılanarak idam edildi.
Sonuç; parçalanmış bir Irak…
Bugün mülteci konumuna düşen Beşşar Esad ise, 2000 yılında ölen babası Hafız Esad’dan devraldığı Baasçı diktatörlüğü devam ettirmekte ısrarcı oldu. Oysa kendisi eğitiminin bir bölümünü Avrupa’da almış, Avrupa'daki demokrasinin nimetlerinden yararlanmış ve Avrupalı bir kadın ile evlenmişti. Buna rağmen Avrupa’daki demokrasiyi kendi halkından esirgemiş, babası gibi baskılarını sürdürmüştür. Beşşar Esad Suriye'de ne mi yaptı?
-Ülkedeki mezhepsel gerilimleri istismar etmeyi sürdürdü. Yoğun sansür, yargısız infazlar, zorla kaybetmeler, etnik azınlıklara karşı ayrımcılık ve Baasçı gizli polisin kitleleri kapsamlı baskı altında tutması, onun döneminde en üst seviyeye çıktı.
-2013 yılında Guta'da bin 700’den fazla kişinin katledilmesine neden olan kimyasal saldırının emrini verdi.
-Uluslararası gözlemciler, 2011’de başlayan ve halen sonlanmayan iç savaşta 500 bin ile 1 milyon arası insanın ölümünden sorumlu tutuldu.
Beşşar Esad, belki Saddam Hüseyin gibi bir lağım çukurunda yakalanmadı. Ama onu kabul eden, yine onun gibi bir diktatör olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Vladimiroviç Putin oldu.
Sonuç; parçalanmış bir Suriye.
Peki, bu iki diktatörün ortak özelliği ne derseniz, bunun cevabını da Irak’ta daha önce işkence yapanlara, işkence yapılan ve en meşhuru olan Ebu Gureyb ile Suriye’deki Sednaya Cezaevi’ni gösterebiliriz. Her iki işkencehaneye dönüştürülen cezaevinde ortaya çıkan manzara insanlık tarihine birer kara leke olarak geçti.
Bu tablo sadece bu iki diktatör için geçerli değil. Dünyanın her coğrafyasındaki diktatörler için de geçerlidir. Kurdukları işkencehanelerin kendilerini kurtaracağını sanıyorlarsa aldanıyorlar. Çünkü sonları Saddam Hüseyin ve Beşşar Esad'dan farklı olmayacaktır.
Bu arada hem 1993 yılında katledilen meslektaşım Uğur Mumcu'yu, hem de 2001 yılında katledilen merhum Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan'ı saygıyla anıyorum.
Diyarbakır halkı Ali Gaffar Okkan’ı, kendisinden biri olarak görmüş, çocuklarına onun adını vermiş ve tarihinin en kalabalık cenaze töreni ile uğurlayarak, suikasti boşa çıkarmıştı. Yazımı Okkan'ın, Diyarbakırlıların dilinden düşürmediği şu sözleriyle noktalayalım:
‘Sapına kadar Diyarbakırlıyım.’ ‘
Diyarbakır halkına zulmedeni yakarım’
Sevgiyle kalın.