Veli Beysülen


Devlet, Demokrasi ve Yurttaş!

.


M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış Sokrates’in öğrencisi, bugünkü üniversitenin dayandığı Akademinin kurucusu, Antik Yunan filozofu ve bilgesi Platon diğer adıyla Eflatun, özellikle felsefe bilimi ve düşünce tarihinde dönüm noktası teşkil eden pek çok tartışmanın temelini atmış bir bilim ve düşünce insanıdır. Felsefe tarihine derin izler bırakan Platon, hocası Sokrates’in diyaloglarından (sohbetleri) derlediği ve ideal devleti konu alan “DEVLET” adlı başyapıtıyla, bugün halen bir devletin olması gereken nitelikleri konusunda yol gösteriyor.
 
Atina’da yaşayan Platon’un demokrasi konusunda söylediği: “Demokrasi eğitim işidir. Eğitimsiz kitlerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglarda diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür. Demokrasinin esas prensibi, halkın kendi kendisini yönetmesidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin devleti idare edebileceği zannedilir.” Şeklinde ki tespiti günümüz dünyasında çokça tartışılıyor. Zira yaklaşık 2400 yıl önce söylenmiş bu sözün, o günkü Antik Yunan demokrasisi için söylendiği düşünülse de tarih Platon’un söylediği demagog diktatör örnekleriyle doludur.
 
Peki Demagog kelimesi nereden geliyor ve kime demagog denir?
 
Demagog: Yunanca Demos (halk) ve Agogos (liderlik yapmak) kelimelerinin birleşiminden türemiştir. Demagoji veya diğer adıyla laf cambazlığının Vikipedia’da ki karşılığı şu şekilde: “Özellikle hitabet yoluyla kalabalıkların tutkularını harekete geçirir, dış grupları günah keçisi yapar, korkuları körüklemek için tehlikeleri abartır, duygusal etki için yalan söyler ya da mantıklı düşünmeyi bastırma ve fanatik popülerliği teşvik etme eğiliminde olan söylemlerde bulunur. Demagoglar; yerleşik siyasi davranış normlarını devirir veya bunu vadederek, tehdit eder.”
 
Yukarıda belirttiğim gibi, Platon’un demokrasi konusunda ki tezi, günümüz dünyasında çok tartışılıyor. Zira özellikle 19. Ve 20. Yüzyıllarda buna dair pek çok örnek yaşandı. Maalesef tarih, eğitimsiz halkın duygularını kullanan ve onlardan destek alarak diktatöre dönüşen demagog liderlerin, insanlığa büyük acılar yaşattığına tanıktır.  
 
Maalesef dünyanın son 45-50 yılına bakıldığında, genel anlamda ülke yönetimlerinin, ikinci emperyalist paylaşım savaşı (İkinci dünya savaşı) sonrasının 30-40 yılına göre, çok daha geride oldukları görülecektir.  
 
Kuşkusuz bu durum sorgulanması gereken bir durumdur. Zira demokrasi; halkın kendi kendisini yönetmesi ise demokrasi ile yönetilen ülke yurttaşlarının tamamının oy kullanma hakkına sahip olmaları zorunluluktur. Yani zaman zaman gündeme taşınan, eğitimli ile eğitimsizin aynı hakka sahip olmaması gerektiği yönünde ki, tartışmanın demokrasi ile açıklanması mümkün değildir. Kaldı ki demokrasi bilincine sahip olmanın ve bilinçli tercih yapmanın diploma ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Burada tartışılması gereken şey Platon’un 2400 yıl önce söylediklerinin bugün halen geçerliliğini koruyor olmasına yol açan eğitimsizliğin altyapısını oluşturan nedenlerdir. Daha açık bir ifade ile düz mantıkla, eğitimli eğitimsiz ayrımı yapmak yerine, halkın tercihini belirleyen temel faktörleri enine boyuna tartışmak gerekiyor. Oysa halkın eğitimsiz denen kesiminin, eğitimsizliğinin sistemden kaynaklanan nedenleri vardır. Bu nedenler ortaya çıkarılıp, sistemin, toplumu bilgisiz bırakan eğitim sistemini tercih etmesinin nedenleri açık bir şekilde göz önüne serilmedikçe, eğitimsizliğin gerçek nedenlerine ulaşmak ve buna karşı tedbir almak mümkün değildir.
 
Kuşku yok ki, ancak bu yapıldığında toplumun kendisini eğitimli gören kesimi ile daha eğitimsiz veya siyasi bilinç eksikliği ile sandıkta tercih yapan çoğunluğunun ortak payda da buluşmaları mümkün olacaktır.  
 
Maalesef günümüz dünyası demokrasi konusunda Pek iyi bir noktada değil. Zira en gelişmişinden en gelişmemişine demokrasi ile yönetildiği iddiasında olan tüm ülkelerde, demokrasinin evrensel kriterlerinin yerine, ulusal ölçekte devletin çekirdeğinin kendisinin belirlediği kriterler geçelidir. Kısacası hemen hemen tüm devletlerde, devletin görünen veya görünmeyen güçlerinin izin verdiği kadarıyla demokrasi söz konusudur.
 
Kuşkusuz buna verilecek en önemli örnek, dünya genelinde demokrasi muhafızlığı yapma iddiasında olan ve kendisine başka ülkelere müdahale etme misyonu yükleyerek, gücünün yettiklerine müdahale eden, batı blokunun amiral gemisi ABD’dir. ABD’de devlet politikasının dışına çıkmaları mümkün olmayan, birbirinin benzeri merkezin iki partisi Cumhuriyetçi parti ile Demokrat parti dışında, ideolojik farklılığı olan hiçbir partinin yarıştığını görmek mümkün değildir. Kaldı ki ABD sisteminde iki partili yarış sonucu seçilen başkan, devletin genel politikasının belirlenmesinde sınırsız yetkiye sahip değildir. Zira başkanı denetleyen iki kademeli parlamento ile yargı gibi iki önemli erk söz konusu. Elbette ABD sisteminde bu görünen denetim mekanizmalarından çok daha fazla yetkiye sahip ve devletin, iç ve dış politikasında esas belirleyici olan gizli ve açık kurumları vardır. Bunları detaylandırmak uzmanlık alanım olmadığı için varlıklarını söylemek demokrasinin eksikliğini ortaya koymak açısından yeterlidir diye düşünüyorum.
 
Elbette bu sadece ABD’ye özgü bir durum değildir. Örneğin; 2. Emperyalist paylaşım savaşının ardından, Kuzey Atlantik Bölgesini, Sovyetler Birliği (SSCB) ile onun başını çektiği Varşova Paktının olası saldırılarından korumak üzere, kurulduğu açıklanan ABD’nin başını çektiği emperyalizmin saldırı örgütü NATO’ya üye ülkeler de, içeri de toplumu manipüle edecek ve gerekirse onu kışkırtarak provokasyonları örgütleyecek, örgütlenmeler mevcuttur. Bu örgütlenmelerin adları ülkeden ülkeye değişse de amaçları, sisteme karşı gelişecek halk hareketlerine öncülük edecek kadroları yok etmektir. Bir başka değişle pakt üyesi ülkeleri, dış saldırılardan korumak için kurulduğu iddia edilen NATO, esas itibariyle ülke halklarına karşı kurulmuş ve bu yönde gizli faaliyetler yürüten bir örgüttür. Nitekim SSCB ile başını çektiği Varşova paktı 1990’lı yıllarda dağıldıkları halde NATO’nun ısrarla devam ettirilmesi de bunun kanıtıdır. Örneğin; daha önce İtalya’da “Temiz eller operasyonu” ile çökertilen “Gladyo” bu tip bir örgütlemeydi, Türkiye’de binlerce faili meçhul cinayet ile provokasyonu organize ettiği bilinen “Gayri Nizami Harp” veya “Kontrgerilla” gibi devletin içinde bilinen ancak siyasilerin bilmemezliğe yattıkları gizli örgütlenmeler, NATO’nun bu amacına hizmet için kurulmuş yapılardır.  
 
Yazılarımda sık sık yaşadığımız ülke Türkiye’nin, hiçbir zaman gerçek bir demokrasiye evirilmediğini yazarım. 1923-1950 arası Cumhuriyetin ilk yılları tek parti ve onun belirlediği adayların seçildiği, dönemdir. Dolayısıyla seçimler yapılıyor olsa da bu dönem için, demokrasinin varlığından söz edilemez. Sonraki yıllarda ise yine gerek etnisite gerekse sınıf ideolojisi yönlerinden, faklı siyasi yapıların güçlenmeleri ve alternatif olmaları hep engellendi. Yine yazılarımda siyasetin ve devlet mekanizmasının, toplumsal uyanışı kontrol etmekte zorlandığı dönemlerde, ordunun harekete geçtiğini ve toplumu baskı ile susturduğunu yazarım.
 
Türkiye, 1960 ile 1980 arasında 20 yıllık süreçte üç önemli darbeye maruz kaldı. Bu darbeler NATO’dan ve onun bekçiliğini üstlendiği emperyalizmin genel politikasından bağımsız değildir. Bu üç darbenin ilki ile diğer ikisini birbirinden ayrı değerlendirmek doğru olur diye düşünüyorum. Elbette, her darbe karşı çıkmayı gerektiren bir kalkışmadır. Dolayısıyla, darbelerin yapılmasına dair nüans farklılıkları, darbeye destek vermenin gerekçesi değildir. Ancak 1960 darbesi, Başbakan ile iki bakanın idamına yol açmış olması gibi sonuçlarından bağımsız olarak, toplumu dizayn etmeye yönelik tedbirleri uygulamaya koymak için değil, hükümetin politikalarından duyulan rahatsızlıktan dolayı, hükümete karşı yapılmış bir darbedir. Buna karşın 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 darbeleri, toplumun ilerleyişini durduran ve uyguladıkları eğitim sistemi ile bugünkü toplumun temellerini atan darbelerdir.
 
O zaman Türkiye toplumu neden bu kadar kolay yönetebiliyor, manipüle edebiliyor, aldatılabiliyor? Sorusunun cevabı, emperyalizmin ülkenin içişlerine müdahale mekanizması ile yaptırdığı darbelerin ortaya çıkardığı sonuçtur. Zira geride kalan dönemde emekçi kitleler siyasi sürece etkili müdahale edemediler. Maalesef Türkiye toplumu Cumhuriyetin ilanı da dahil, mücadele ile haklar kazanmadı, sürekli tepeden inme verilen haklara sahip oldu. Kuşku yok ki, toplum kendi dinamikleri ile kazanmadığı haklara sahip çıkma bilincinden yoksun bırakıldı ve hakkı verenler, istediklerinde onu kolaylıkla geri aldılar. Zaman zaman toplumdan yükselen hak talepleri ise kutsal devlet duvarına çarparak geri döndü. O zaman yapılması gereken, insanı tebaa olarak gören sisteme karşı, yurttaşlık bilinci ile mücadele etmektir! 

          

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.