Aranızdan herhangi bir duvara bir çivi çakan oldu mu? Durun! Belediye veya yönetim eleştirisi yapmak için sormuyorum bu soruyu. Sakinleşin, gerçek bir merak bu. İhtiyacımız olan malzemeler neler? Duvar, çekiç, çivi, kol gücü, eh biraz da motor becerisi diyelim. Çekiç çiviye baskı uyguladıkça çivi ne yapar? Duvara doğru iter kendini. Duvar kırılır ve çiviye yer açmak zorunda kalır. Bir dönem yazdığım haftalık gazete yazılarıma da bundan çarmıh demiştim galiba. Ayda dört yazı ediyordu. Hepsinde de duvar içinde kendine yer isteyen zira çekicin zulmünden kaçan çiviler bulunuyordu. Geçmiş gündü, geçmiş olsun, geçmiş oldu. Geç!
Bugün de bir girizgâhın ardından son zamanlarda gördüğüm, şahit olduğum vakalar üzerinden koca bir toplumu anlamaya çalışacağım. Hatta anladığıma inanıp sizlere de bir şeyler anlatmanın küstah hazzını yaşayacağım. Yapacak daha iyi işleriniz varsa okumadan geçebilirsiniz. Tatildeyseniz zamanınızı çalmayayım. Bizlere de tatile gidebilmenin tüyolarını siz anlatın hatta. Tatilin lüks olmasına dair tartışmaların çıktığı bir vampir ordusu ile yan yana nefes almaya çalışmak zor. Ev ve arabanın lüks olmasından sonra artık telefon, televizyon, kıyafet, ayakkabı, dışarıda yemek, dışarıda içmek falan dahi lüks oldu. Peki, terapiye gitmek lüks mü bunca lüks karşısında? Elbette sosyal devlet anlayışına sahip ülkeler için değil de vatandaşı olduğum Habeşistan Krallığı için soruyorum bunları. Sus!
RUH SAĞLIĞI & EKONOMİ
Şu ikili arasındaki ilişki ne düzeyde? Neden herkes saha çalışmacısı olamıyor veya ücretsiz bazı teminler sağlayamıyor? Ben neden bu şehrin yüzde sıfır virgül bilmem kaçlık bir kitlesine hitap ederek hayatımı idame ettirmek zorunda kalıyorum? Ben beni geçiyorum. Seans ücretleri beş aşşağı üç yukarı belli bir bantta. Normalde üç aşşağı beş yukarı olmalıydı. Ancak öyle olsaydı toplamda iki yukarı olur yeniden zamlanırdı. Bari kelimelere zam gelmesin diye aklımla alay ediyorum, çaktırmayın. Açıklanan zamlardan sonra insanların kestiği ilk gider türü ruh sağlığı oldu sanıyorum. Bu noktada bizler zamlardan etkilenen bir kitleye de hizmet vermeye çalışmak gibi bir günah işledik, amenna. Alları al, morları mor, ay sonunda sıkışmamak için ruh sağlığından feragat eden bir halka karşı bendeniz ise çaresiz! Zira onlar da suçsuz, ben de kendimi aklamaya çalışıyorum ama aklamaya çalışmak suçlu olmanın da kabulü zaten. Renk olarak yani…
Çoğu zaman tatile giden, ara vermek isteyen, köyüne dönen kişilerle karşılaşıp kendimi bir çarşı esnafı gibi hissediyorum. Anamnez görüşmesinin ardından ‘’e tamam hocam, biz bir tur atalım, dönüşte geliriz’’ demeye getiriyor insanlar. Tur bitmiyor, dönüş gelmiyor, bindikleri taksilerde taksimetreye gözler dikilmeye ve eski hesaplar ile karşılaştırılmaya devam ediliyor. Taksimetre fazla yazmasın yoksa ödeyemem obsesyonuna taksimetreye göz kırpmadan bakarsam daha az yazar, bazı içsel konuşmalar gerçekleştirir ve süreyi düşürürüm kompülsiyonu eşlik ediyor. Taksicilerle muhabbet edilmiyor, şehrin betondan yapılma iğrenç manzaraları izlenmiyor. Hafta sonları evde çay demlenmeye ve ‘’vallahi en güzeli insanın kendi evidir’’ kibarlığına devam ediliyor. Bin yıllık hikayeler yeni jenerasyonun zihnine pompalanmaya çalışılıyor. Yeni jenerasyon boşuna mı kulaklıkla geziyor?
- Hocam, çocuğumuz bizimle iletişim kurmuyor!’’ Öğrenilmiş sefil romantizmi, zoraki aidiyet, fütürizmin depresyonu işte!
RUH SAĞLIĞI & DEMOGRAFİ
Tasnif bilimini insanlar üzerinde uygulamaya başladığımız an hata ettik. İngiliz Atları ve Arap Atları arasındaki farklar bilinir belki de. Artık İngiliz İnsanı ve Arap İnsanı arasındaki farklar da biliniyor. İngilizler veya Araplar denilmiyor. Yeni bir kavram olarak insan kelimesini öğreniyor, içine de biraz kendimizden bir şeyler koyuyoruz. Suç mu işliyoruz bazen? Dilimizin söylediğini vicdanımız, vicdanımızın sustuğunu zihnimiz, zihnimizin kustuğunu halkımız kabul etmiyor maalesef. Bir aile, bir köy, bir mahalle, bir ilçe değil; bir şehir, bir bölge çıkıyor elimizden. Hayıflanıyoruz. Beş aydır yürütülen psikoterapi sürecinin ardından bölge insanının hala suya ulaşımında sorun olduğunu görünce çaresizlikten klinik duvarlarını yumrukluyoruz. Bireylerin iyileşmesine dair sosyalleşmenin önemine vurgu yapan herifler bizlere ücretsiz müze kartı veriyor. Dönüyorum ve bir de ne göreyim? Meğer şehrimde o kartla girebileceğim her yere onlar o kart olmadan buldozerle girmişler yıllar önce. Eyvah neye yarar hawar neye yarar?
Doğuştan azınlık bir grup bir sabah uyanınca din kardeşliği kontenjanından kendini çoğunluk hissediyor. Sonra birileri onlara mezhep farklarının olduğunu anlatıyor. Tekrar azınlık oluyorlar. Cihatçı bir yapılanma tek kurşun atmadan işgale başlıyor. Bizler ise şehrimizin mehrametli büyükleri gibi onları başköşede ağırlıyor, kendi insanımızı da atm, hastane, üniversite kuyruklarının en sonuna atıyoruz. Doktorlar salgın hastalık tehdidine karşı bizler ise ‘’salgın ruh hastalığı’’ tehdidine karşı uyarıyoruz. Bizi dinliyorlar. Akabinde de not alıyoruz veya ileteceğiz diyorlar.
Beş aydır ne notmuş babacığım diyoruz, beş aydır ne iletiymiş? Kör kuşa söylesen bulur götürürdü diyoruz. İletilmesi gereken amca gözlükleri ile birlikte çıkıp serhat şehrimizi kaybedebiliriz diyor. Peki, biz neden uğraşıyoruz? Gerçekten beni İrlanda Halkı mı fonluyor? Kırk yıldır bitmeyen bir tıynet devam ederken yanına on yıldan fazladır devam eden başka bir yapı ekleniyor. Komşu şehrime komşu şehrimin yeni dilini bilmediğim için gidemiyorum. Soranlara da benim için havanın hoş olduğu konusunda ısrar ediyorum. Gitmesem de olur diyorum, bilmesem de olur, konuşmasam da olur, anlamasam da olur. Sonra kulağımda tıkaç, gözümde pamuk, yüzümde yastık ile bir şehrin son kat balkonunda ölü bulunuyorum. Ben o halde yaşamaya devam etsem dahi mide ve beyin arasındaki fark beni incitiyor. Mide, boş olunca sahibine haber veriyor. Aç olduğunu anlıyor birey. Ancak beyin maalesef sinsi bir şekilde söylemiyor bunu. Aynı anda hem üzülüyor, hem şaşırıyor hem de son cümleyi az önce anlayıp kıkırdıyoruz. Kınıyoruz!
RUH SAĞLIĞI & POLİTİKA
Her şey gibi bizlerin de dönüp dolaşıp saplanıp kaldığı nokta burası oluyor. Mesleğe dair bir yasası olmayan, bir odası olmayan, derneklerinin birbirini küçümseyerek beraber küçülmelerinden öteye gidemiyoruz. Bu da çalışanlarda da bir isteksizlik yaratıyor. Eğitimlere, atölyelere, bilimsel toplantılara katılabilecek bütçe ayıramıyor, yerinde saymamak için kendimizce yöntemler geliştiriyoruz. Yolumuzu Ankara’ya düşürmesin diye inandıklarımıza dualar ediyor, aynı anda Ankara kapısında kabul bekleyen ve onu kabul etmeleri için dualar edenlerle dualarımızın çakışıp nötralleştiği kanısına varıyoruz. İnsanlar evlerini geçindiremiyorken, mesleki prestijin yere düştüğüne dair şikayet ediyorken, bizlerin ise vergiler tepemize binmiş ve köstebek oyunu gibi başını kaldırana tahta tokmak ile vurulurken bakıyoruz ki yanımızdaki şehrin köyüne uzay üssü kurulmuş. Bizlere bizlerin düzeltemeyeceği söyleniyor. Bizlere bunun bizden çok büyük şeyler olduğu anlatılıyor.
Hesaplarımıza saldırılar düzenleniyor, fiziki bir saldırıdan korkarak yaşıyoruz. Zira kapımız kırılsa da gidip o kapıları çalmıyoruz. Tabelamızı çiziyorlar. Haddimizi bilmemiz gerektiğini anlatıyorlar tarzan dilinde. Ancak bu kadar iletişim kuruyorlar. Oturup yabancı dil çalışıyoruz, ailemiz biz gidersen diye başlayan cümlelerle tehdit ediyor. Bizler ise gitmezsek başımıza neler geleceğini biliyoruz. Zaten bu bilmek bizi hasta ediyor. Ferhan Ağbiye selamı çalıyor ve tüm sorunumuzun ‘’anlamak’’ olması paydasında buluşuyoruz.
RUH SAĞLIĞI & TOPLUMSAL İLETİŞİM
Son cümleden sonra ‘’ulan bu da her şeyi anladığını düşünüyor allahın cahili’’ diyenlere baş göz üstüne diye açıyorum son paragrafı. Birbirimize karşı çok öfkeliyiz. Zira iletişim kurmuyoruz. Her gece aynı masadayız, bizden samimisi yok. Ancak konular yoz, iki tarafın da eğlenmediği ama sanki silah zoruyla beraber olduğuna kanaat getiriyoruz. İnsanlar artık kim kimdendir diye yaklaşıyor olaylara. Taraflar kendilerini kandırmanın en güzel yolu olarak karşıdakini hayatından çıkarma yöntemini seçiyorlar. Hayatın tamamından çıkarma idimizi, en azından kendi hayatımızdan çıkarma egosu ile tatmin ediyor ve süperego metinler yazmaya, süperego fotoğraflar çekmeye, en dindan en ahlaklı en harika kişi biz olmaya devam ediyoruz. İnsanlarla aynı kavramları kullanmadığımız için dinsiz olarak, ahlaksız olarak suçlanıyoruz.
‘’Sen Süryani misin?’’ sorusu içerisinde beni yok etmeye dair kamyon kasasınca nefret barınıyor. Hayır diyince de korkudan hayır dediğimi düşünüp beni öyle görmeye devam ediyor. Bir gün Arap olmaya, bir gün Kürt kalmaya, bir gün ‘’en azından insandır’’ eşitliğinin iğrençliğinde boğulmaya devam ediyoruz. Toplumumuz içerisinde kendini eğitimli bilen insanlar en büyük kibri barındırıyor. İki kitap okuyan her şeyi bildiğine inanıyor. Üçüncü kitaba başlayan ise henüz hiçbir şey bilmediği ile yüzleşiyor. Bizler genellikle iki kitap okuyan insanlara kapıya kadar eşlik ediyoruz. Önceleri nereye kadar böyle gidecek sorumuz yerini yahu biz daha neler yapalım’a eviriyor. Ben kötüyüm, doktor kötü, öğretmen kötü, avukat kötü, sağlıkçı kötü, kim kaldı? Bize öğretilen her şeyi yaptık. Elimize ne geçti? Kaybedecek ne kaldı?
Ağız tadıyla kavga bile edemiyoruz. Zira araba bagajından getirilen bir cisimle kafamıza darbe alıp ölebiliriz. Hukuki bir mücadele yürütemiyoruz zira karşı görüşün bazı yerlerden tanışık olduğu amcazadeleri olabilir. Ardından bir telefon geliyor. Hocam burada size ihtiyacımız var deniyor. Hala bir yerlerde bizlere ihtiyaç duyulduğunu düşünüyor. Duyulmasa da kendimizi avutuyoruz ki yaşamaya devam edebilelim. Kendimize rağmen, kendimize karşı yapıyoruz her şeyi. Günden güne ufalan ekmekler, pasta yesin efendiler şarkısı eşliğinde rotayı İrlanda’ya çeviriyoruz. Adlandırılamayan’ın sonuç bölümünden elimize kalan tek cümle ile bitiriyoruz: ‘’Devam etmem gerekiyor, devam edemiyorum, devam edeceğim!’’