Neslihan Fındıklı


Ahları Üstümüzde Olan Gençler

.


İnsan bazen düşünmeden edemiyor: Keşke uyusam da gözümü bambaşka bir ülkeye açsam. Öyle bir ülke ki herkesin yüzünde gülücükler var, herkes mutlu, kimse aç değil. İşsizlik yok, eğitim zirvede, ekonomi güçlü, adalet herkese eşit dağılıyor. Çocuklar sevgiyle, huzurla büyüyor; kadınlar özgür, yaşlılar güvende. Toprağın bereketi sofralara düşüyor, şehirler temiz, insanlar umut dolu.

Ne güzel olurdu değil mi? Ama işte bu sadece bir hayal…

Çünkü biz, bu ülkenin en değerli hazinesini yok ettik: Gençlerimizi.

1960’larda, 70’lerde ve 80’lerde üniversitelerde okuyan, fikirleri ve idealleriyle bu ülkenin yarınlarını omuzlamak isteyen gençleri işkencelerde kaybettik, darağaçlarına gönderdik, zindanlarda çürüttük. İbrahim Kaypakkaya, İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü’nde bir idealistti: “Biz halk için yaşıyoruz, halk için öleceğiz.” Deniz Gezmiş, İstanbul Hukuk’ta adaletin peşindeydi ve son savunmasında şöyle diyordu: “Bağımsızlık ve halkımızın özgürlüğü için ölmekten korkmuyoruz.” Mahir Çayan: “Yaşamak için devrim yapmak gerekir; devrim için ölmek gerekir.” Deniz Gezmiş’in sözleri hâlâ kulaklarda: “Biz özgürlüğü hak ettik, tutsak olamayız.”

Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Kemal Pir, Mazlum Doğan… Daha niceleri… Kimisi işkencehanelerde can verdi, kimisi darağaçlarında, kimisi Amed zindanlarında bedenini ateşe verdi. Onların hayalleri gömüldü, umutları kurşunlandı. Sanki bu ülkenin üzerinde, o güzel gençlerin ahı dolaşıyor. Belki de yaşasalardı onlar bizleri yönetecekti. Belki de bu ülke çoktan güllük gülistanlık bir yer olacaktı.

12 Eylül 1980 faşist cuntasıyla ülke susturuldu, toplum nefessiz kaldı. Üniversiteler kapatıldı, mahalleler, sokaklar, şehirler sıkı bir denetim altına alındı. Amed, Ankara ve İstanbul zindanlarında nice idealist gencin hayatı karartıldı. İşkenceler, tecritler, hücreler gençlerin bedenini parçaladı, ama fikirlerini asla susturamadı. Mazlum Doğan, Newroz’da yaktığı ateşle halkına cesaret ve umut oldu; o ateş sönmedi, hâlâ hafızalarda yanıyor. Bu dönemde kaybedilen her genç, bu ülkenin geleceğinin bir parçasını da beraberinde götürdü.

Ama biz, ülkemizin gerçek evlatlarına sahip çıkmak yerine, her seferinde sahte kahramanların arkasından gittik. Bugüne kadar bizleri yöneten siyasetçilere bakın: Sağ kesim yıllarca “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı yaptı; her kürsüde bayrak salladı, meydanlarda nutuk attı. Ama perde arkasında ne yaptılar? Fabrikaları sattılar, madenleri çok uluslu şirketlere peşkeş çektiler, ormanları rant uğruna yok ettiler, tarımı bitirdiler, köylüyü borca mahkûm ettiler. “Vatan” dedikleri şey aslında kendi ikballerinin gölgesinden ibaretti. “Millet” dedikleri ise kendi çıkarlarına boyun eğmiş bir toplumdu.

Yıllar sonra toplum, muhalefetin çıkardığı Cumhurbaşkanı adayıyla yeniden umutlandı. İnsanlar, içinden geçtiğimiz bu ağır cendereden kurtuluşu belki de onda gördü. Belki de halk, o adayla birlikte yeni bir sayfa açılabileceğini düşündü, yılların yükünü sırtından atabileceğine inandı. Onun mitinglerinde yüz binler toplandı, meydanlarda alkışlar yükseldi, bir değişim rüzgârı belki de ilk kez bu kadar güçlü esti.

Ama trajedinin asıl tarafı şudur: Bu umutlar, yeterli temele sahip değildi. Bir zamanlar darağaçlarında kaybettiğimiz gençler ülkenin en iyi üniversitelerinden yetişmişti; bugün ise muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı kendi ülkesinde üniversite bile okumamıştı, hatta hiçbir yerde akademik eğitim görmemişti. Bu nasıl bir çelişkiydi? Halkın içinden gelmek elbette değerliydi, ama tek başına bir ülkeyi yönetmek için yeterli değildi.

Ve bütün bu karanlığın içinde bir isim hâlâ ışık gibi parlıyor: Selahattin Demirtaş. Hem aldığı eğitim, hem pratik zekâsı, hem de halkın dilini, duygusunu ve yaralarını böylesine iyi ifade edebilmesiyle belki de bu ülkenin en güzel siyasetçilerinden biri oldu. Onun cümlelerinde insanlar yeniden kendilerini buldu, onun duruşunda yeniden bir umut gördü. Belki de yıllar sonra halka umut aşılayan tek gerçek liderdi. Ama o da bugün içeride.

Şimdi dönüp bakınca şu soruyu sormadan edemiyoruz: Biz nerede yanlış yaptık? Biz neden gerçek evlatlarımıza sahip çıkmadık? Belki de bugünkü çıkmazlarımızın, bu ağır karanlığın sebebi, işte o gün 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde işkencelerde, darağaçlarında, zindanlarda kaybettiğimiz gençlerin ahıdır.

Belki de bir gün, onların hatırasına layık olacak cesur ve adil bir yol bulunduğunda, bu ülke gerçekten uyanıp güneşli bir sabaha gözlerini açacaktır. Belki o zaman, gençlerin hayalleri gerçek olacak, umutlar boşuna değilmiş gibi yükselecek, halk yeniden nefes alacaktır.

Ve işte o gün geldiğinde, belki o zaman fark edeceğiz ki: Geçmişin karanlığı ne kadar ağır olursa olsun, o ışık hâlâ bizimleydi. Ahları üstümüzdeydi, ama gücü de içimizdeydi.

Ve son söz olarak, Nuri Dersimi’nin “İsyan” şiirinden birkaç satır ile yazımı noktalıyorum:

Ey zulme karşı isyan eden,
Düşme boyun eğmeye,
Korkma ölümden,
Çünkü senin özgürlüğün,
Gelecek nesillerin umududur.

Diren, yılma, pes etme,
Karşında zulüm olsa da,
Her direniş bir tohumdur,
Ve o tohum filizlenecek,
Halkın özgürlüğünde çiçek açacaktır.

Ölüm korkusunu tanıma,
Zulme boyun eğme,
Her direniş bir mücadeledir,
Ve mücadele edenin yüreği,
Özgürlüğün ateşiyle yanacaktır.

Sesini yükselt, yüreğini aç,
Çünkü senin cesaretin,
Geleceğin ışığıdır,
Ve bu ışık karanlıkta bile,
Halkın umudu olarak yükselecektir

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.