Şimdi bine kadar sayacağım ve muhtemelen bizi öldürecekler!
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10!
Turrini bile şaşıracak bu işe. Kendini öldürebiliyor olmanın bir felsefi çıkmaz, bir irade problemi olduğunu dahi tartışamayacağız. Zira itlaf edileceğiz halklar olarak tek potada. Kazanda yakılmaya götürülen odunlari kömürler gibi kimse seçmeyecek bizleri. Dolduracaklar torba dolusu. Ölüm bir seçenek halini değil de dayatı halini alacak her birimiz için. Biz yaşamın bir yerinden tutmaya çalıştıkça hep o ayıp, hep o necis yerleri gelecek elimize. Düşeceğiz, kalkacağız. Kalkmaya dair sıkılan diş; düşmeye dair kanayan dizi yenecek!
12, 14, 16, 18, 20!
Kazım Ağabey (Kızıl) gibi soruyorum bir kez daha. 1001 gün, kaç gündür? Bin kez lanet edene, bin kez kabir görene, bin kez evsiz bırakılana, bin kez ‘’depremin sarsıntısı durdu, sizinkiler ne zaman bitecek?’’ diye soranlar için kaç gündür mesela? İlkokul müsameresi gibi iki parça demir üstüne bir avuç beton dökmeyi kayıtlar altına alan, meydan boşaldıktan sonra yerinde yeller esen, ‘’şu kadar ev teslim edeceğiz’’ diye verilen sözlerin yerine başka coğrafyalarda oteller dikilenler için ya da? Akış farklıdır muhtemelen birbirinden. Bu ülkenin yönetim şekilde zamanı ağırlaştırma ve acımızı arttırma stratejisi var. Bin gündür devam ediyor davalarımız. Bin gündür etimizi kemiğimizi önüne atıyoruz araçların, davalık evimizi yıkmasınlar diye. Bin gündür sağ kalan ağaçlarımızın peşindeyiz. Bin gündür Diyarbakır’da koruyamadığımız şeyleri Antakya’da korumaya çalışıyoruz. Yedi düvel size kurban olsun ama rica etsek bir şehri daha yıkmasanız olmaz mı? Bir kültürü daha ucube yapılarla doldurmasanız, bir dili daha topal aksak hale getirmeseniz, zaten zorla nefes aldığımız demografilerimizi daha da ‘’siz gibi’’ bir hale getirmeseniz? Haddimizi aşıp çok şey mi talep ettik yoksa? Demokrasi denen şey acaba bir demo’dan mı ibaret yoksa? Tamamını görmek için satın mı almamız gerek yoksa? Yoksa peki? Elde, avuçta, yok sa? Olanın da üstüne sanki alacaklısı sizmişsiniz gibi çizgi çekmişseniz hele? Nasıl olacak?
30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100!
On yıl sonra dönüp buraya bakıyorum. Herkesin kendini şahit ilan ettiği bir yer. Bir bakıma da insani bu, varolmanın gereği. Seni var eden her şeyi elinden almaya çalışırsa bir yapı; direnmenin üzerine, terk etmemenin üzerine, inadının üzerine bir kimlik geliştirirsin. ‘’Evet koruyamadım ama yine de ordaydım’’ ya da ‘’evet artık yok ama ben hala hatırlıyorum’’ diyen milyonların içerisindeyiz her gün. Zaman ve mekân elden çıkınca insanların kendi hafızasına sığınıyor olması, yarın sabaha dair bir uyanma nedenleri aslında. Bugünün kötülüğü de tam olarak bu. Yarın sabaha dair ihtimallerine dahi göz koyuyorlar. Ölmediği için özür diler mi insan? Ölmediği için özür dileyen insan, hayatta olduğunu, birilerinin omzuna dokunduğunu anladıktan sonra tertemiz bir intikamı yaşamının odağı haline getirmez mi? ‘’Yav bu jenerasyon da amma öfkeli canııım’’ diye olumluyorsunuz. Hala adalet istediğimizde bize akıl veriyorsunuz. Akla değil de yola, suya, elektriğe, taşınmazıma el koymamana, evimi yok parasına alıp misliyle bana geri satmamana ihtiyacım var. Akıl bir süre kenarda kalsın! Kimsenin aklı kimseye yeterli gelmesin de bir parça ekmek yetsin önce herkese. Güzellemeler, kahramanlık hikâyeleri, okullardan özel servis edilen bir dizi ‘’her şey bitmiş de bir hatıraya dönüşmüşçesine’’ kareler. Alişâh nerde? Yusuf nerde? Kimsesizler mezarlığına defin yapılmasın diye ölülerini aramaya çıkan insanların ülkesi varmış, nerde?
150, 200, 250, 300, 350, 400, 450, 500!
Yıkılan Kentler Raporu’nu okudum tekrar. Kentler neden yıkılır ki diye sormak istedim başta. Fakat bunca zaman sonra bu soru boşluğa sorulur diye düşündüm. Başlarken kan renginde şu cümle yazıyordu: ‘’Bir şehre dair çocukluk anıları olmayanlar; o şehre zulmederler!’’ durdum sonra. Sustum. Birileri bu dünyadan olmamalıydı. Çünkü birilerinin anlaşılan o ki; hiçbir yere dair çocukluk anıları yoktu. Her yere ya zulmetmişlerdi çoktan, ya da zulüm sırasına alınmıştı. Zamanı gelince, ikinci bir hatırlatmaya gerek duymadan gereken zulüm edilecekti. Sisten, tozdan, yağmurun ardından gelen o rahatlatıcı topraktan değil de rahatsız edici betondan ibaret bin gün geçti. Binlerce yayın, binlerce dava, binlerce eğitim, binlerce şikâyet, binlerce dal reyhan, binlerce bahur, binlerce harmel ve bence artık bir duman yarışı içerisindeyiz. Yaşantılarımız yıkılırken çıkan dumanlara karşı dualar eşliğinde başımızdan dönen, içimize çektiğimiz, kokusunu evvelden tanıdığımız dumanlar yarışıyor birbiriyle. Sağ kalmış annelerimizin elindeki taş veya bakır kap içerisinde çıkardığı dumanlara karşın; bir kenti yıkarken, bir kenti yakarken, bir kente yapılabilecek her türden kötülüğü yaptıktan sonra çıkan dumanlar mücadele içerisinde. Bu bazalt üzerinde ve tam on yıl sonra, biliyorum ki kazanacaklar! Ve yine kırık Türkçemle ‘’derdimiz yansın, dermanımız kalsın’’ diye çevirebileceğim sırada anlıyorum ki kaybetmeyeceğiz! Onların kazanacak olması; bizlerin kaybetmeyecek olduğu gerçeğini de değiştirmeyecek!
600, 700, 800, 900, 950, 960, 970, 980, 990!
Doğal bir afetin beşerileşmesini konuşuyoruz şimdilerde. Depremi değil de depremin ardından gelen göçü, yerinden edilmeyi, mülksüzleştirilmeyi, turistikleştirmeyi, depremzedelere karşı depremzâdelerin rant hilafetini. Evet, ağazâde, paşazâde gibi depremzâde diye bir tanım da var artık. Birkaç dili unutmuşuz, bırak da kalanlarla biraz oynayalım değil mi? Problem basittir. Sen kaybedersen bir başkası da kazanıyordur. Beckett’in ‘’dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir’’ hipotezi gibi. Bir yerde ağlamaya başladı mı diğer yerde gülmeler başlar. Bin gündür huzursuz yaşayan bir halk varsa elde; diğer tarafta esen rüzgârı bile senkronize esen bir toplum da vardır elbette. Bin gündür ayda bir adliye kapısına gidip dönen insanlar varsa; bir kahve içip adaletini torbasına koyan bir başka gruptan da söz edilebilir haliyle. Ben o kemik yüzlü Beckett denen herifin yalancısıyım. Mesela o Godot’nun geleceğini söylemişti. Bir başkası da bir yıl içerisinde en az beş bin konutun hazır olacağını. Evlerimizi sadece maliyetine bizlere vereceğini, Sur’u çok sevdiği Toledo yapacağını, hatta burdan da bir ev alacağını. Yaptığı her ev zaten onunken bir de satın alacağını söylüyor olması garip. Godot’da bunca kepâzeliği duyuyor bir yerlerden ve gelmiyor. Hiçbir dönemde ailenin gözde evladı olamamış, daima üvey olmaya mahkûm edilmiş, bir süre sonra da bu üveyliğin hakkını vermeye çalışan biz bir grup insan dehşetle izliyoruz olan biteni. Bin gündür evime farklı sokaklardan gidiyorum. Bin gündür bin dilde gün görmemiş küfürler ediyorum. Psikolojik sağlığım için yahu, bir sağaltım aracı olarak, profesyonel şekilde ediyorum yani. Bir gün 6 Şubat’ın da üstünden on yıl geçmiş olacak. Biz yine aynı şeyleri mi konuşacağız? ‘’Ben o gün size demiştim’’ diye övünmekten nefret ediyorum. Ben artık hayatımın herhangi bir yerinde ‘’siz demiş olmak’’ istemiyorum. Kötülüğe çok rastlayan kişi zaten görmek zorunda kalır önünü. Meydanlarda çalan alkışların arka planda hangi çığlıkları susturmak için desibel yarışına girdiğini tahmin eder en azından. Travmatik öğrenme değil bu; başka çaresi olmadığı için normal öğrenme sayılır bin gün sonra!
991, 992, 993, 994, 995, 996, 997, 998, 999!
Ölü, yarı ölü, diri, yarı diri kim varsa kocaman bir teşekkürü ve kalpten selamı hak ediyor gitmeden. Sahaya çıkan, çizmesine kan, yağmur ve çamur bulaşan herkes ihtimaller fark etmeksizin bir yarında var edecek kendini. Varoluş şeklimiz kırılacak elbet. Ancak insan, entegre olmak zorunda kalan, her şeye alışan bir varlık. On yıl sonra çarşıya çıkmak istemeyeceğim, on yıl sonra gecenin köründe delirmiş gibi çarşıya koşacağım. Hamamdan çıplak çıplak koşacağım. Dört ayaklı minarenin en kurşun yemiş ayağına dokunacağım. Tekrar yağmur yağınca zeytinliğine bakacaksın sen, bir diğeri de bir dönem orda olduğunu anımsayacak. Bizden geriye şanslıysak bir taş kalacak. Belki onu dahi düşman görüp kırıp atacaklar. Gelip geçeceğiz herkes gibi bu dünyadan. Ama inadımız kalacak. Baş eğmeyip baş verenin başının hakkı kalacak. Sığınabildiğimiz hatırlarla, üretimlerle, uzatılan bir mahsûsi kahveyle birbirimizin o anlardaki halleriyle ama eksik ama kırık ama eli boş fakat (o deyimi alt edip) asla ‘’yüzü kara halde’’ değil! Işıklar açılınca; kaçışan tarafta olmayacağız! Bugün karanlık sokaklarda yaptıklarımıza güç ve dirayet olacak bu işte!
1000!
Nihayet Bitti! ‘’Sabırla okuyan herkese’’ diye bir cümle kurmam. Sabırla okunmak istemem. Yeterince sabretmemiz gereken şey var şu hayatta. Ama gitmeden bir türkü söyleriz hep beraber. Godot’dan, Mehdi’den, Mesih’ten, Xızır’dan, Tawus’tan medet umarız. Sizce de ‘’adaletsiz padişahın, bin gün sonra köşküne girecek olan canavar’’ mücadelemize çok yakışmaz mı? Herkese iyi günler, iyi yaslar, iyi öfkeler!
